28 Temmuz 2012 Cumartesi

KOÇGİRİ / MEZELA GOMA HİNDÊ - MEZAR

Gola Çhetu 1 mekanê Xızıri

KOÇGİRİ / Bİ KURMANCİ GUNDE KONDULAN

Lale Koçgün Usandım..imranlim@blogspot.com

Koçgiri'den Ağıtlar ( Zara Habeş 2012)

Zara Çorak köyünden ağıt

Alevi inanç gerçekliği ve namaz

Alevi inanç gerçekliği ve namaz
Aleviler ve namaz konusunu bir kaç boyutuyla ele almak gerekiyor. Çünkü Alevilerin sürekli olarak maruz kaldığı soruların başında  “neden namaz kılınmıyor” sorusu geliyor. Hem neden namaz kılınmadığını –basta inançsal boyut olmak üzere- açıklamak gerekiyor hem de böylesi bir soru sorma hakkının nerden doğduğunu irdeleyip netleştirmek durumundayız.
Her Alevi mutlaka ömrünün birden fazla döneminde “siz Aleviler neden namaz kılmıyor, camiye gitmiyorsunuz?” sorusuyla karşılaşmıştır. Aslında anında tür kişilere verilmesi gereken cevap tereddütsüz “siz Sünniler neden cem evine gelip cem ibadeti etmiyorsunuz?” karşı sorusu olmalıdır. Ancak ne var ki asırların getirdiği iktidar özgüveni ile Sünni inançlı kişi istifini hiç bozmadan Alevilere yönelik iğrenç iftiraları “soru” biçiminde dile getirerek devam eder. Ne yazık ki asırlardır baskı altında yasayan Alevi sinmiş bir şekilde, soruyu iade etmek ve gereken reaksiyonu göstermek yerine susar veya anlamsız cevaplarla geçiştirmeye çalışır.
“Siz Aleviler neden camiye gidip namaz kılmıyorsunuz?” sorusu öyle masum bir soru değildir.
 Alevi inançlı kişi çıkıp diyemiyor ki, “size ne bundan. İnancımı sorgulama hakkini nerden aldınız? Siz kim oluyorsunuz ve ne hakla benim inancımı sorguluyorsunuz? Ben sizin inancınızı sorguluyor muyum? Ben sizin inancınız sorgulamıyorum ama siz ısrarla benim inancımı sorguluyor, aşağılıyor, alay ediyor, fırsatını buldu mu da fetva verip katlediyorsunuz. Ne sizin ne de başka kimsenin benim ibadet seklini, tarzını, biçimini, içeriğini sorgulama hakki yoktur” . Ancak bu tür cevaplar verilmiyor. Asırlardır baskı altında olan ve günümüzde de baskıyı yasayan bir toplumun fertleri kolay kolay bu tür cevaplar vermiyor. Ama biliniyor ki bu hep böyle gitmez. Biz Aleviler de günün birinde iki kelime Arapça’yla kendisini imanlı geri kalanları kafir sanan yobazlara gereken cevapları vereceğiz. Kimse bu “cevap vereceğiz” söyleminden şiddeti anlamasın. Bizler kimden ve nerden gelirse gelsin her tür şiddetin, baskının karsısındayız. Bütün tahriklere rağmen, baskılara rağmen karşısında olmaya da devam edeceğiz. Ancak bizlere soru sorunlarda cevap vermek bizlerin hakki olsa gerek. Kimseyle kavga edelim gibi bir düşüncemiz yok. Asırlardır kavgalardan, baskılardan çok çektik. Kavgaların, şiddetin olmadığı bir dünya özlemi içerisindeyiz. Artık acısız ve kavgasız yasamak istiyoruz. Aleviliğimizin kabul gördüğü eşit ve özgür bir şekilde, Alevi olmanın aşağılanmak olmadığı, farklılığın zenginlik olarak görüldüğü, Aleviliğimize saygı duyulduğu bir dünyada  yasamak istiyoruz. İstediklerimiz çok şeyler değil. İstemlerimiz en insani istemler. Nasıl ki bizler başka inançtan insanlara saygı duyuyorsak başka inançtan insanlarda inancımız olan Aleviliğe saygı duymak zorundalar. Ne yazık ki Aleviliğimize saygı duyulacak yerde küfür ediliyor. En basitinde inancımız Alevi olmayanlar tarafından sorgulanıyor ve onlara göre bir tanımla tanımlanmaya çalışılıyor. Biz diyoruz ki “biz Aleviyiz ve Alevilik böyledir” onlar ısrarla diyor ki; “ hayır siz başkasınız”. Alevi olmayan birileri diyor ki “Alevilik bir tarikattır ve Aleviler camiye gidip namaz kilsin”. Her halde böylesi bir durum başka bir yerde yok. Biz Aleviler kendimizi nasıl tanımlıyorsak başkaları da bizleri bu tanımla kabul etmek zorundalar. Ne yazık ki Aleviliğimize saygı duyulmuyor, Alevi inanç gerçekliğimiz kabul edilmiyor. Israrla bizler Sünnilik dayatılıyor. Aleviliğimiz aşağılanıyor. Asırlardır birikmiş olan önyargılar “sende mum söndü yaptın mi” gibi ahlak dişi sorular sorularak onurumuz rencide ediliyor. Bu anlamda onuru rencide edilmeyen Alevi yoktur. Lütfen kimse bu belirtilenleri ajitasyon, propaganda olarak algılamasın. Bazı aydın geçinen kişilerin bile beyinlerinin arka planında “mum söndü” olayı vardır. Peki ne yapacağız?  Anlaşılıyor ki daha çok bu tür aşağılık iftiralarla karşı karşıya kalacağız, daha çok ibadet anlayışımız sorgulanacak. Her şeyden önce doğrularımızı ısrarla savunacağız. Doğrularımızı birilerinin hoşuna gidecek şekilde yansıtmayacağız.  İnancımızın özü neyse onu olduğu gibi yansıtacağız. Ne eksik ne fazla  doğrularımızı olduğu gibi savunacağız. İbadet anlayışımızı ve namaza bakışımızı olduğu gibi anlatıp savunacağız, savunmalıyız.
Namaz bir ibadet biçimidir. Sünni anlayışın mutlaklaştırdığı bir ibadet biçimi. Biz aleviler namaz kılmayız. Elbette isteyen kılar, isteyen kılmaz. Bu, yalnız o kişinin bileceği bir istir. Başka kimseyi ilgilendirmeyen bir durumdur. Ancak bizlerin bu yaklaşımı karşısında ayni saygıyı görmüyor. Biz aleviler sürekli “neden camiye gidip namaz kılmıyorsunuz?” sorusuyla adeta adeta taciz ediliyoruz. Çünkü bu soruyu soran kişiler Müslümanlığı, İslam dinini namaz ve benzer biçimsel ibadetlere indirgiyorlar. Onlara göre her Müslüman kendileri gibi ibadet etmelidir. Eğer kendileri gibi ibadet etmiyorsa Müslüman değildir. Madem aleviler Müslümanim diyor o halde camiye gidip namaz kılmalıdırlar. Bunu yapmıyorlarsa, yani camiye gidip namaz kılmıyorlarsa Aleviler dinsizdir! Nitekim tarihte verilen fetvalar Alevilerin dinsiz olduğu ve katledilmelerinin vacip olduğu seklindedir. Ayni zihniyet devam ediyor. Zaman değişmiş olsa da, coğrafyalar farklıda olsa, teknolojide gelişmiş olsa bu zihniye için bir şey fark etmiyor. Alevilik kabul edilmiyor. Alevinin farklı olduğu ve bunun bir zenginlik olduğu görmezlikten gelinip, illa Alevilere kendi inanç anlayışı dayatılıyor. Biz aleviler bu dayatmaları tarihte olduğu gibi günümüzde de ne pahasına olursa olsun kabul etmeyeceğiz. Kabul etmeyeceğimizi ısrarla, tekrar tekrar söyleyeceğiz.
Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi namaz biz Alevilere göre biçimsel bir ibadet seklidir. Biz Alevilerin temel inanışı ibadeti biçimsel olmaktan çok öz´e bağlı kalarak yerine getirmektir.
 Bilindiği gibi namaz Farsça bir kelimdir. Namaz kelimesin Kuran´da ki karşılığı salat´tir. Salat ise dua, tanrıyı içten anıp selamlama anlamına geliyor. Allah´i içten anıp selamlamanın, duanın ise biçimi, sekli yoktur. Dua,  insanin Yaratıcı ile beraberliğidir. Bunun için belli bir saat, mekan, kural yoktur. İnsan istediği vakit, istediği dilde, istediği şekilde dua edebilir, Yüce Yaratıcısına şükür edebilir. Yüce yaratıcıyı anmak, Yaratıcıyla dolu olmak, bir araya gelmek için belli bir zaman dilimi yoktur. Bu her an olmalıdır ve her anda mümkündür. İbadeti belirli zamanlarla sınırlayan kendisini biçimsel kurallar ve şekillerden arındırmamış demektir. Böylesi şekilsel bir kuşatma ise yaşamın gayesine ters bir durumdur.
Bazıları ibadeti biçimsel kurallarla sinirliyor. Çokça tekrarlamak durumunda kaldığımız gibi biz Alevilerde ise ibadeti kalıplaştırmak yoktur. elbette ibadette belirli kurallar olması gerekiyor. Özellikle toplumsal olarak yerine getirilen ibadetin kuralları vardır. Ancak inancın temelidir gibi bazı yanlış uygulamalarla sırf ibadet olsun diye ibadet, ibadetin gayesini yok saymak demektir. Biz Alevilere dayatılanda budur. Deniliyor ki; “aleviler illa camiye gidin, namaz kilin”. Amaç burada ibadet ise aleviler zaten toplumsal olarak cemde ibadetlerini yerine getiriyorlar. Aleviler kimseye, “cemevine gelip cem ederek ibadet edin” gibi bir dayatmanın sahipleri değiller. Aleviler “herkesin inancı kendisine” ilkesi ile hareket ederken başkaları ısrarla Alevilere dayatmalarda bulunuyor. Hem de inançsal anlamda temeli olmayan gerekçelerle. 
Amacımız burada Alevilerle Sünniler arasındaki inanç farklılığını bütün boyutlarıyla tartışmak değildir. Amacımız ısrarla Alevilere dayatılan “günde beş (5) kez namaz kilin böylece iyi bir Müslüman olursunuz” gibi inancı biçimsel kurallara indirgeyen, hatta neredeyse bunu inancın özü sayan mantığın yanlış olduğunu belirtmektir. Namaz, neredeyse birileri tarafından inancın asil gayesi haline getirilmiştir. “günde beş vakit namaz kılan kişi iyi bir insandır ve yaşamı anlamına uygun yasayan kişidir, kılmayan ise münafık, kafir kişidir” gibi bir anlayış ortaya çıkmıştır. Aleviler asırlardır bunun inancın özüne ters bir tutum olduğunu belirtmişlerse de, siyasi anlamda iktidarda olmadıklarından dolayı seslerini kimseye duyuramamışlardır. İnancın asil özünü takip edip uygulamak yerine gösteriş için yapılan fiillerle zamanını harcayanlara Maun suresinde söyle ikaz edilmektedir: “Dini yalanlayan gördün mü? İste yetimi itip-kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İste namaz kılanların vay haline, ki onlar namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar, ve ufacık bir yardımı da engellemektedirler”. Biz Alevilerce anlaşılması gereken en önemli nokta burasıdır.
 Konun daha iyi anlaşılması ve doğrularımızın bilince çıkarılması için bazı tekrarları yapmak durumunda kalıyoruz. Konuya hakim olanların anlayışına sığınıyoruz.
Önceki satırlarda da belirtmeye çalıştığımız gibi namaz Farsça bir kelimedir. Kuran da ki karşılığı Salat´ir. Salat´in anlamı ise Allah´i içten anıp selamlama ve duadır. Bu gün egemen Sünni anlayışın günde beş vakit kıldığı ve Alevilere dayattığı ve neredeyse dinin temeli saydığı namaz ibadetinin Kuran da beş vakit olduğu yönünde acık bir beyan yoktur. Maden namaz inancın özü sayılacak kadar önemli bir ibadet neden Yüce Yaratıcı bu konuda acık ve kesin hükümler ortaya koymasın?
Aleviler namazı ret etmiyor. Nitekim cem ibadetinde halka namazı sekilinde ibadetlerini yerine getiriyorlar. Ancak bu namaz hiç bir şekilde egemen Sünni anlayışın namazıyla benzer değildir. Bazıları çıkıp diyebilir ki: “su kadar milyon insan namazı böyle kılıyor da siz aleviler neden farklı anlıyor ve uyguluyorsunuz?” Hemen belirtelim ki çoğunluk her zaman doğru yapıyor anlamına gelmez.
İbadetle amaçlanan kişinin kendini yenilemesi, arındırması ve sosyal dayanışmayla kişiliğini tamamlamasıdır. Maun süresi böyle bir anlama sahip. İbadet için ibadet, gösteriş için yapılan ibadet nafile ibadetlerdir.
Kısaca da olsa Alevilerin ibadet ve Sünni yorumlu namaza bakisini aktarmaya, Alevilere yönelik tacizlere cevap vermeye çalıştık. Şüphesiz bununla  Alevilerin ibadet anlayışını bütünen yansıttığımız gibi bir iddia sahibi değiliz. Alevi ibadet anlayışını ve bütünen Aleviliği ve Alevileri anlamak isteyenler mevcut Alevi kaynaklarına bas vurabilirler.
Hiç kimse Alevilere kendi inançlarını dayatmaya, empoze etmeye kalkışmasın. Alevilerin asırların süzgecinden geçmiş ve günümüze kadar ulaşmış değerleri ve doğruları var. Belki aleviler yaşatılan baskıların neticesinde bazı sorulara geniş açılımlar ve Aleviliğin inanç ibadet derinliğini açıklayamıyorlar. Ancak bu Aleviliğin inanç sistemindeki eksiklikler, yetersizlikler olarak algılanmaz. Alevilerin inanç sistemindeki bazı noktalar başka inançtan insanlara yetersiz, yanlış, eksik gelebilir. Bu aleviler yanlış ibadet ediyor anlamına gelmez. Alevilerin doğruları vardır. Aleviler bu doğrular ve değerleri doğrultusunda yaşamlarına anlam vermeye çalışıyorlar. Yanlış ve doğru, eksik veya fazla bu durum yalnız Alevileri ilgilendirir. Başka inançtan insanların haddine değil inançsal doğrularımızı sorgulamak. Bizler Aleviyiz! Bütün yozlara ve rağmen de Alevi kalmaya devam edeceğiz!
Yararlanılan kaynaklar:
Mehmet Yaman       Alevilik
Cemal Şener            Alevilik Olayı
Rıza Zelyut              Öz kaynaklarına göre Alevilik
Reha Çamuroğlu      Değişen Koşullarda Alevilik
İsmail Kaygusuz      Görmediğim Tanrıya Tapmam
Esat Korkmaz          Alevi Felsefesi

siz hiç kürt oldunuz mu

Ben yedi yaşında ilkokula başladığım günlerde Kürt oldum. Babam, “Yarın okula başlayacaksın.”dediğinde akşamüzeriydi ve bahardan beri çobanlığını yaptığım dört kuzumu daha yeni ağıla koymuştum.

Sabah güz güneşi köyümüzü ipeksi ışıkları ile donatıp tatlı bir serinlikle okşarken, elimde saman sarısı bir defter, ucu bıçakla sivriltilmiş bir kurşun kalem ve bacağımda rengi solmuş yamalı keten bir pantolonla okulun yolunu tuttum. Bir tavşan sinikliğiyle gittiğim okulu ürpertici bir ölüm soğukluğu sarmıştı. Hepsi benden kıdemli olan ablalar, ağabeyler ve akranım olan çocuklar tedirgin bir sessizlikle bahçede ders zilinin çalmasını bekliyorlardı. Dilber ablam üçüncü sınıf öğrencisiydi, yanına sokulup konuşmak istedim, gözleri korkuyla büyüyerek ağzımı eliyle sımsıkı kapattı. Ben paniklemiş bir halde ondan kurtulmaya çalışırken kulağıma fısıldayarak, “Okulda Kurmanci konuşmak yasak.”dedi. Sözlerim boğazımda düğümlenip kaldı. Zil çalınca sınıfa girdik, boyum kısa olduğu için Dilber ablam beni öndeki sıralardan birine oturttu. İçeride sinek uçsa duyulurdu. Nefesimizi tutarak heykel kımıltısızlığıyla öğretmenin gelmesini bekledik. Bir iki dakika sonra öğretmen geldi. Herkes ayağa kalkınca ben de kalktım. Öğretmen duvarda asılı olan siyah yazı tahtasının önünde durup yüksek sesle bir şey söyledi. Sınıf da hep bir ağızdan bağırarak ona cevap verdi. Öğretmenin, “Günaydın.”dediğini, sınıfın da, “Günaydın.”diye ona karşılık verdiğini sonradan öğrenecektim.

Öğretmen tek kelimesini bilmediğim bir dilde sınıfa bir şeyler söylerken, sıraların arasında gezinen delici bakışları bir an gelip beni buldu. Üstüme dikili o çeliksi bakışların ağırlığı altında kalbim fırtınaya yakalanan sararmış bir sonbahar yaprağı gibi titredi. Konuşması bitince yanıma geldi, üstüme eğilerek defterime sağlı sollu bazı yatay çizgiler çizdi ve el işaretiyle benden aynı şeyleri yapmamı istedi.

Öğle arası eve dönerken Dilber abla, “Okula başladığına göre artık evde ve sokakta Kurmanci konuşma, sadece Tırki konuş.” dedi. Ama ben Kurmanci (Kürtçe) nedir, Tırki (Türkçe) nedir bilmiyordum ki. Evde öğrendiğim, fakat ne olduğunu da bilmediğim bir dille konuşuyordum. Nedenini sorduğumda, “Öğretmen Kurmancı konuşmayı yasakladı.”dedi. Çocuk aklım allak bullak oldu. Artık Türkçe konuşacağıma göre, peki şimdiye kadar konuştuğum o dil neydi? Adını bile bilmediğim o dilde ne vardı ki öğretmenimiz yasaklamıştı? Dilber ablamın dediği dili bilmiyordum ki konuşayım! Onun evde neden hep kısık bir sesle konuştuğunu, dışarıda ise neden hep bir mezar taşı kadar suskun kaldığını ancak şimdi anlayabiliyordum. Eve gidince şaşkın ve çaresizdim, annemle nasıl konuşacağımı bilmiyordum. Fısıltıyla konuştuğumda bile bakışlarım korkuyla okulun olduğu tarafa uzanıyordu.

Kabuslarla boğuştuğum birkaç gün sonra bir sabah yataktan kalktığımda hafızamdaki bütün sözcükler silinmişti. Kaç yıldır konuştuğum kendi dilimi unutmuştum, Türkçe ise tek kelime bilmiyordum. Bu haftalarca böyle sürdü, dilimin tutulması kimsenin umurunda olmadı. Aile büyükleri halime gülüp geçerken, öğretmen de Türkçe konuşmam için sık sık dayak atıyordu.

Aylardan herhalde Şubat’tı. Derse daha yeni girmiştik. Öğretmen beni tahtaya kaldırıp bir kitaptan okuduğu bir cümleyi yazmamı istedi. Anlamadığım o cümleyi nasıl yazacağımı bilmeden tebeşir tutan elim donup kaldı. Kafamın içi boşalmıştı sanki, hissettiğim tek şey kulaklarımdaki dizginsiz çınlamalardı. Yazı tahtasının önünde korkudan kaskatı bir şekilde dururken, öğretmenin yanaklarıma peş peşe indirdiği hiddetli tokatlarla sendeleyip arkamdaki tahtaya çaptım. Yüzümü kaplayan ateşin kızgın alevleri dalgalar halinde ayak parmaklarıma doğru yayılırken, öğretmen hıncını alamayıp elinden hiç eksik etmediği çubukla rasgele bana vurmaya başladı. Feryatlarım sınıfın duvarlarında acı acı yankılanırken benden ellerimi açmamı istedi. Tir tir titreyerek bir elimi açtım. Çubuk hınçla elime inince iliklerime kadar işleyen keskin bir ağrıyla iki büklüm olup ateş gibi yanan elimi koltuğumun altına soktum. Öğretmen öfkeyle kükreyerek öteki elimi açmamı istedi. Dayağın dehşetinden dilim damağıma yapışmış bir halde, nefes nefese soluyarak kalp çarpıntıları arasında öbür elimi uzattım. Çubuk tepemde ıslık çalarak kızgın bir şiş gibi bu elimi de dağladı. Sonra ötekini ve böyle sürüp gitti. Küçücük ellerim onca darbeye nasıl dayandı hala inanamıyorum. Hiç bitmeyecekmiş gibi gelen korkunç birkaç dakika sonra ellerim kor gibi yanarak iki yanıma düştüğünde, parmaklarımın ucundan tahta döşemeye yağmur tanecikleri gibi kan damlıyordu.

O gün talihsiz günümüzdü. Öğretmen öğleden sonra kuzenim Rahime’ye Atatürk’ün duvardaki resmini gösterip kim olduğunu sordu. Rahime oturduğu yerden, “Atatürk.” diye cevap verdi. Gel gör ki Atatürk’ün adını ayağa kalkmadan söylediği için, hatırladıkça hala içimizi titreten korkunç bir dayak yedi. Kollarında, omuzlarında, sırtında ve bacaklarında şaklayan çubuk darbeleri altında yürek parçalayan çığlıklarla cıyak cıyak bağırırken, bir taraftan da Kürtçe öğretmene ve Allah’a yalvarıyordu. Kürtçe konuşması öğretmeni büsbütün çileden çıkarmıştı. Vurdukça vuruyordu. Bütün sınıf dehşet içinde bu ürkünç manzarayı seyrederken, Rahime kapıldığı korku ve çelimsiz bedenini dağlayan darbelerin acısıyla altına kaçırdı. Tahta döşemeye boşalan sidik yerde derecikler halinde akarken, zavallı çocuk bir yanardağın ağzından içeri yuvarlanmış gibi acı acı uluyordu.

Akşam okuldan çıkıp eve giderken son sınıf öğrencilerinden komşumuz Yusuf abi yolda kendi kendisi ile konuşur gibi, “Biz Türk değiliz ki, Kürt’üz.” dedi. Kürt mü? O da ne demekti? Kafamda bu soruyla soluğu annemin yanında aldım. Annem ahırda Kürtçe ninniler eşliğinde inek sağıyordu. Şişmiş moraran ellerimi arkama saklayarak kısık bir sesle, “Anne biz kimiz?” diye sordum. Annem bir şey anlamadan boş gözlerle bana baktı. “Anne ben kimim, biz neyiz?” diye sorumu tekrarladım. Annem ineğin memelerini çekiştirmeye devam ederek, “Biz Kürt’üz?” dedi. “Peki ya öğretmen, o nedir?” Annem, “O Türk’tür, ama hepimiz aynıyız.” dedi beni başından savarcasına.

Annemi ahırda bırakıp dışarı çıkarken, körpe aklım cevapsız soruların anaforunda debelenip duruyordu. Annemin dediği gibi hepimiz aynıysak, peki öğretmen dilimizi konuşmayı neden yasaklamıştı? Öğretmenin kafamıza vura vura öğrettiği dille konuşacaksam, şimdiye kadar konuştuğum o dil neydi peki? Kim icat etmişti o dili? Babam o dili konuştuğumda beni dövmemişti. Peki, öğretmen neden dövüyordu?

Ertesi gün okula gitmedim, kaçtım. Bir hafta kadar samanlıkta saklandım. Gün boyu o buz gibi soğuk samanlıkta saman yığınının içinde titreyerek okulun dağılmasını bekliyordum. Bu kaçak halim öğretmenin babama gönderdiği bir yazıyla ortaya çıktı. Babam kulağımdan tuttuğu gibi beni alıp okula götürdü. O gün de öğretmenden temiz bir dayak yedim.

Böyle dayak yiye yiye sene sonunu getirdik. Hiç unutmam, Haziran ayının yağmurlu bir gününde karnelerimizin verilmesine bir iki gün kala öğretmen beni tahtaya kaldırdı, dayak zoruyla artık çat pat Türkçe öğrenmiştim.

Öğretmenimizin dilimize uyguladığı bu alçaltıcı yasak sene sonunda birçok öğrencide davranış bozukluklarına yol açtı. Bazıları Türklüğe özenip kendilerinden ve dillerinden utanmaya başladılar. Köyün büyükleri her gün ikindi vakti Kürtçe yayın yapan Revan (Ermenistan) radyosunun önüne tüneyip Karapeté Xaço, Aramé Dikran, Meryem Xan gibi sanatçılardan Kürtçe türküler dinlerken, gençler onlara fiyaka yaparcasına sokakta bağıra çağıra Türkçe konuşuyorlardı. Bazılarımız da köyün arkasındaki bayırlarda kuzu otlatırken, radyodan öğrendiğimiz Türkçe türküler söylüyorduk. Böylece büyüklerimize karşı kendimizce üstünlük taslıyorduk. Dilber ablam zedelenmiş bir ruh haliyle Türkçe tek kelime bilmeyen annemle bir yıl kadar hep Türkçe konuşmaya çalıştı. Babam muhtar olduğu için memurlar yaz başlarında yanlarına eşlerini ve çocuklarını alıp bizim eve kuzu yemeye gelirlerdi. Memurların başları açık, kısa etekli eşleri, entarileri topuklarına kadar inen başı bağlı kadınlarımızın giyimlerine ve konuşmalarına kahkahalarla gülüp dalga geçerlerdi. Dilber abla da onları taklit ederek onlar gibi giyinmeye, yürümeye ve konuşmaya çalışırdı. Biz çocuklar, temiz giyimli, parlak, tombul yanaklı o memur çocuklarına çok özenirdik.

İlkokulu kış aylarının zemheri soğuklarında bile her sabah okulun önünde yırtık pırtık keten elbiselerimiz içinde tir tir titreyip, “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım…”andını tekrarlayarak bitirdiğimde, çarpım tablosunu hala ezberleyememiştim. Ancak on beş yaşında, ortaokul son sınıfta iken ezberleyebildim. Sonraları bunun nedenini çok düşündüm, meğer “kere” sözcüğünün anlamını bilmiyormuşum. Bu sözcüğün yerine Kürtçe “çar”, Türkçe ise “defa” sözcüğü kullanılsaydı herhalde ilkokulda ezberleyebilecektim.

Lisede Türk arkadaşlar, “Kıro!” diye seslenirlerdi bize. Bu aşağılayıcı söz ruhumuzu örselerdi, ama korkumuzdan bir şey söyleyemezdik. Kırık Türkçe’ mizle dalga geçtiklerinde ise başımızı bir suçlu gibi utançla öne eğerdik.

Üniversitede bindiğimiz otobüslerde arkadaşlarla kendi aramızda Kürtçe konuşurken, hem utandığımız, hem de çekindiğimiz için kulaktan kulağa fısıldayarak konuşurduk.

İlkokulda öğretmenimizin Kürtçe’ye uyguladığı yasak 12 Eylül darbesi zamanında kanunla resmileştirildi. Ağır işkenceler gördüğüm Erzurum Askeri Cezaevi’den serbest bırakılıp eve dönünce, beni görmeye gelen annem ve ablalarım kapının arkasında biri bizi dinliyormuş gibi benimle seslerini kısarak konuştular. Sebebini sorduğumda, “Kenan Evren Kürtçe’ yi yasaklamış.” dediler ürkekçe. Hem ilkokul öğretmenimizin, hem de 12 Eylül cuntacılarının Kürtçe’ ye vurdukları pranganın tarihi geçmişini ancak sonraları bazı kitaplarda 1925 tarihli Şark Islahat Planı’nı okuyunca öğrenebildim.

Kürtçe yasağı beynimize öyle korku salmıştı ki, Türk arkadaşların yanında Kürtçe konuşmaya çekinirdik. 1987’de milletvekili seçildiğimde beni destekleyen bir Türk arkadaşa, “Acaba Meclis’teki odamda Kürtçe konuşursam Türk seçmenlerden tepki alır mıyım?” diye sorma ihtiyacı hissedişim ruh halimizi anlatmaya yeter sanırım.

Bozuk Türkçe’mizle alay edilmesi daha çocukluğumda bilinçaltımı yaraladı. Bu yara elli yıl geçtiği halde kapanmadı. Topluluk önünde Türkçe konuşurken hata yaparım diye hala tedirgin olurum. Yıllarca avukatlık yaptım, mahkemelerde konuşurken hep aynı huzursuzluğu hissettim. Milletvekilliğinde de bu mengeneden kurtulamadım. Nasıl bir şeyse Kürtçe düşünüp Türkçe konuşuyorum; cümleleri kafamın içinde Türkçe’ ye çevirirken sözcükler doğru yerde mi diye hep denetlerim. Bu da kürsüde beni duraksatır, bacaklarımın titremesine neden olur. Bir gün Meclis’te konuşma yaparken, o dönemin milletvekillerinden Eyüp Âşık’ın adı geçti konuşmamın içinde. Milletvekilleri yüzlerinde müstehzi bir gülümsemeyle, “âşık, âşık…” diye aşağıdan laf başladılar. Şaşkınlıkla onlara bakarken, “Ben de aynı şeyi söylüyorum” dedim. Eyüp Âşık adını tekrar etmiştim ki, aşağıda alaycı kahkahalar patladı. Konuşmamı telaş içinde bitirip aşağı indiğimde şaşkınlığım hala üzerimdeydi. Bana neden güldüklerini anlayamamıştım. Sonra düşününce, “âşık” sözcüğündeki a’ yı uzatmadan vurguladığımı fark ettim ve kendi halime güldüm.

Türkçe’de böyle sorunlar yaşarken, peki Kürtçe ile aram çok mu hoş? Ne hazin şey ki, Kürtçe’ yi de gönül rahatlığıyla konuşamıyorum. Bilincim gibi dilim de sakatlandı. O şiddetli asimilasyon altında yıllar yılı Türkçe konuşmak için didinirken, Kürtçe’ den epey uzaklaştım. Kürtçe’yi ancak sınırlı sözcüklerle konuşabiliyorum. Şimdi çarmıhta gibiyim; ne kafama sopalarla vurularak öğretilen Türkçe’ yi, ne de ana dilim Kürtçe’ yi doğru dürüst konuşabiliyorum. Benim bu yaşadıklarımı milyonlarca Kürt çocuğu yaşadı ve yaşamaya devam ediyor.

Peki siz? Siz hiç Kürt oldunuz mu? Değil bir ömür, sadece bir hafta Kürt olsaydınız acaba ne hissederdiniz?
MAHMUT ALINAK

26 Temmuz 2012 Perşembe

imranlı yöre bitkileri

imranlı yöre bitkileri

ŞİLANG ( Kuş burnu ) : Kayalık ve kıraç yerlerde orman açıklarında tarla ve yol kenarlarında yetişen gül güllerden dikenli bir ağaçtır. Çay , reçel ve hoşafta kullanılır. Şilang yüksek dereceden vitamin ve mineral deposudur. C vitaminin yoğunluğu portakal ve mandalinaya göre 100 kat fazladır. Sindirim sistemine, bağırsak enfeksiyonlarına ve kabıza karşı birebir iyileştirici ve rahatlatıcı özelliği vardır. Bitki yeterince tanındığından dolayı burada fazla tanıtılmaya gerek duyulmamıştır.
GIZER : Yer elmasının bir çeşididir. Hemen hemen her yerde bulunabilir. Yaprakları küçük olup soğan yapraklarına benzer kökü soyulup yenilir. İlk bahar aylarında olur. KINKOR : Dağlarda ve ormanlarda kümeler halinde yetişir. Tazeyken pancar olur. Büyüdükçe katılaşır. Hoş bir kokusu vardır.Kökünde çok lezzetli mantar olur. Mantarları küçük ve serttir. Pişirildiği zaman yumuşar ve tadı hoş olur. Hayvan yemliğinde önemli bir yer alır.

TIRŞIK ( ekşimik ) : Büyük ve küçük olmak üzere iki türü vardır.Büyüğüne Tırşıka Gahan denir. Bu tırşıkın yaprakları genellikle sarma olarak kullanılır. Çok tohumlu bir yapraktır. Bazen boyu 1-2 m yi bulur. Küçüğün yaprakları tazeyken tuzlanıp yenir. Tadı çok ekşidir.
GULSOSIN ( Newroz çiçeği ): Yöremizin en güzel çiçeklerinden biridir. Rengi vişne çürüğü rengine benziyor. Bu çiçeğin çiçeği ve kökü tazeyken yenilebilir.
PUNG ( Nane ) : Genellikle dere kenarlarında olur , küçük yapraklıdır. Tazeyken yörede ayran çorbasında kullanılır. Çorbaya çok lezzetli bir tat katar kurutulup kışın baharat yerinede kullanılmaktadır.
HAVLEK ( Süpürge otu ): Kırmızı beyaz çiçek açan bu bitki 30-40 cm uzunluğunda olur. Toplanıp demetler halinde bağlanıp süpürge haline getirilerek kullanılır.
KERENG ( Kenger ) : Dikenli bir ottur. Yerde ilk çıktığında dikensizdir. Büyüdükçe dikenleşir ortasında “ Neri ” denilen bir dal çıkar. Bu dal tohum verir. Bu dal soyularak yenir. Çok lezzetlidir. Kerengin sakızı ünlüdür.
SIPING : Çimenlerde çok sık çıkar. Yaprakları yenir. yaprakları tuzlanıp yendiği gibi pancar olarak ta pişirilip yenilebilir. Ayrıca bitkideki süte benzeyen sıvı kanamayı durdurucu olarakta kullanılır.
ONCE ( Yonca ) : Dört yaprağıyla tanınır. Tazeyken çok yiyen hayvanlara dokunur ve zehirler. Bu nedenle hayvanlara taze iken verilmez kurutulup verilir. Sulamayla iki veya üç defa biçilir.
PEÇEK : Her hafta çıktığı gibi gübre yığınlarının ve evlerin kenarlarında çok yetişir. Pancar ve hayvan yemi olarak çok kullanılır. Yöremizde madımak olarak bilinir. Çorbası meşhurdur.
ŞİRE DELLE : İt sütü anlamına gelen bu ot yöremizde çok bulunur. Kesildiğinde içinde süt gibi bir sıvı akar. Bu sıvı suya bırakıldığında dairesel olarak hızlı bir şekilde yayıldığından dolayı yöredeki çoban ve çiftçiler tarafından üzeri toz olan suların temizlenmesinde kullanırlar. Bu otun sıvısı damlalar şeklinde akar.
ZIRIK VEYA GERZOK ( Isırgan otu ) : Çok yapraklı ve tek dal şeklindedir. Yeşilken insan vücuduna dokunulduğunda şişme ve kaşıntı yapar ; ancak buna rağmen şampuan ve çeşitli sağlık sorunlarının iyileştirilmesinde kullanılır. Dere kenarlarında ve sulak bölgelerde ve yerlerde yetişir. Özellikle romatizmaya iyi geldiği söylenir.
      Bölgemizde çok çeşitli ve güzel bitkiler bulunmaktadır ; ancak detaylı araştırmalar ve kayıtlar olmadığından dolayı bitkilerin tamamı bilinmemektedir.

imranlı harita

Berdan Mardini - Sari Turnam.wmv

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Nevid Müsmir- Dem..(İMRANLİM)

DİNLEYİN..GÖZLERİNİZİ KAPATIP...DİNLEYİN..GÖRÜN ..


Farid Farjad- Golha...(İMRANLİM)

Farid Farjad- Golha...(İMRANLİM)




The Last of the Mohicans..(imranlim)

Bilge kişinin kaybedeceği hiçbir şey yoktur. O, sahip olduğu her şeyi kendinde taşır." (Seneca)

Cihan Çelik Li ervay Alemê..imranlım

Cihan Çelik Em Kulî Însan..imranlım

Cihan Celik Cogi Baba 2012 2 Bölüm

Cihan Celik Cogi Baba 2012 1 Bölüm

Cogi Baba Şenlikleri-2012

Cogi Baba Şenlikleri-2012

Cogi Baba Şenlikleri-2012

Pınar Sağ Cogi Baba Şenlikleri 2012...imranlim

17 Temmuz 2012 Salı

YUSUF HAYALOĞLU hayatı ve şiirleri

YUSUF HAYALOĞLU hayatı ve şiirleri









Adi Bahtiyar
Geçiyor önümden sirenler içinde
Ah eller üstünde çiçekler içinde
Dudaginda yarim bir sevda hüznü
Aslan gibi gögsü türküler için

Beni tez saldilar okaldi içerde
Çok sonra duydumki yozgatta sürgünde
Ne yapsa ne etse üstüne gitmisler
Mavi gökyüzünü ona dar etmisler

Diyarbakirliymis adi bahtiyar
Suçu saz çalmakmis ögrendigim kadar
Geçiyor önümden gülyüzlü bahtiyar
Yaraliyim yerde kalan sazi kadar

Raslardim avluda hep volta atarken
Sigara içerken yahut coplanirken
Kimseyle konusmaz dag gibi titrerdi
Çocukça sevdigi çiçegi sularken

Gazete çikti üç satir yaziyla
Uzamis sakali çatlamis saziyla
Birileri ona ölmedin diyordu
Ölüm bir yaninda hüzünle gülüyordu


Alir daglar
Baba bugün üsüyorum
Karda kaldim üsüyorum
Anama deyin sicak bir çorba koysun
Üstümü ört baba üsüyorum

Behey babam dalmis babam
Sigarayi sarmis babam
Sapkasina hicran dökmüs
Kibrit gibi yanmis babam

Baba bugün alir daglar
Bu dert beni alir daglar
Sehirlere sigmaz oldum
Fazla sürmez alir daglar

Baba bugün agliyorum
Darda kaldim agliyorum
Dualarin üzerimden eksik etme
Içim yandi agliyorum


Ayriligin Hediyesi
Simdi saat sensizligin ertesi
Yildiz dolmus gökyüzü ay aydin
Avutulmus çocuklar çoktan sustu
Bir ben kaldim tenhasinda gecenin
Hiç uyumamis bir-ben

Simdi gözlerime aglamayi ögrettin
Ki bu yaslar
Utangaç boynun kolyesi olsun
Bu da benim sana
Ayrilirken hediyem olsun

Soytarilik etmeden güldürebilmek seni
Ekmek çalmadan doyurabilmek
Ve haksizlik etmeden dogan günese
Bütün aydinliklari içine süzebilmek gibi
Mülteci isteklerim oldu biliyorsun
Simdi iyi niyetlerimi bir bir yargilayip
asiyorum
Bu son olsun, Bu son olsun....
Simdi saat yoklugunun belasi
Sensiz gelen sabaha günaydin
Isi gücü olanlar çoktan gittiler
Bir ben kaldim voltasinda gecenin
Hiç uyumamis bir-ben
Kafami duvara vurmadan taniyabilmek seni
Beyninin içindekilerini anliyabilmek
Ve yitirmeden yüzündeki anlik tebessümü
Bütün saatleri öylece dondurabilmek için
Çildirasiya paraladim kendimi
Lanet olsun
Artik sigarayi günde üç pakete çikardim
Olsun gözüm olsun
Ne olacaksa olsun !


Babani unutma yavrum
Bu sarki senin al dinle
Usulca dokun sesime
O minicik ellerinle
Babani unutma yavrum

Yagmurlar rüzgarla barisir
Yagmurlar çimenle öpüsür
Belkide uçurum kapusur
Babani unutma yavrum

Bir gün tutusup kavgaya
Kalbin hirpalandiginda
Söküp verebilirim sana
Babani unutma yavrum

Hasta iken yataklar içinde
O hayin sokaklar içinde
Sorgular yasaklar içinde
Babani unutma yavrum

Sen benim için üzülme
Bakinca suskun resmime
O körpecik yüreginle
Babani unutma yavrum

Bir gün duyarsan daglarda
Ölüm haberleri radyoda
Bende olabilirim orda
Babani unutma yavrum


Bir Anka kuşu
Yüzlerce soguk namlu üzerime çevrildi,
Yüzlerce demir tetik ayni anda gerildi!
Anne, beni sögüdün gölgesinde vurdular,
Öpmeye kiyamadigin oglun yere serildi.
Üsüstü birer birer çakallar üzerime,
Üsüstü her bir yandan gögsüme, cigerime.
Anne, beni les gibi yiyip talan ettiler,
Teshis edilmek için savurdular önüne.
'Yeryüzündeki acilarin
Hepsini, hepsini tattim!'
Heder oldum, ekmegime tütün kattim!
Beni milyon kere yaktilar üstüste.
Bir Anka kusu gibi anne,
Kendimi külümden yarattim.
Geceler tanir beni; konarim göçerim ben.
Geceler tanir beni; kan damlar içerim ben.
Anne, sen beni unut. Karanligin bagrinda
Kirmizilar ekerim, siyahlar biçerim ben.
Suçüstü yakalandim bölüsürken kalbimi,
Suçüstü, kelepçeyle yardilar bilegimi.
Anne, ben diyar diyar umudun savasçisi,
Bir tutam sevgi için dagladim gözlerimi.
Prometeus'tum, çiviyle çakilirken taslara
Cigerimi kartallara yedirdim.
Spartakus'tüm, köleligin çigliginda.
Aslanlara yem oldum, tükendim.
Kör kuyularin dibinde Yusuf'tum,
Kerbela çölünde Hüseyin.
Zindanlarda Cem Sultan, sehpada Pir Sultan.
Kaçinci ölmem, kaçinci dirilmem bu?
'Tanrilardan ates çaldim,'
Yüzyillarca tutustum, üstüste yandim.
Bir Anka kusu gibi anne,
Kendimi külümden yarattim


Bir Veda Havasi
Vakit tamam seni terk ediyorum
Bütün aliskanliklardan öteye
Yorumsuz bir hayati seçiyorum
Doymadim inan kanmadim sevgine
Korkulu geceleri sayar gibi
Birden bire bir yildiz kayar gibi
Ellerim kurtulacak ellerinden
Bir kuru dal agaçtan kopar gibi
Ask sabittir gülse hiç dermedik
Bul kendini kuytularda hadi dal
Sen bir suydun sen bir ilaçtin
Hosçakal iki gözüm hosçakal

Vakit tamam seni terk ediyorum
Bu incecik bir veda havasidir
Parmak uçlarina degen sicaklik
Incinen bir hayatin yarasidir
Kalacak tüm izlerin hayatimda
Gözümden bir damla yas aktiginda
Bir yer bulabilsem seni hatirlatmayan
Kan tarlasi gelincik safaginda
Ölümse korktum savassa hep kaçtim
Vur kendini korkularda hadi al
Seninle bir bütün olabilirdik
Hosçakal iki gözüm hosçakal


Ceylan seni vuramam
Beni görünce kaçma ne olur
Ceylan ben seni vuramam
Saklananip beni süzme ne olur
Ceylan ben seni vuramam

Tenhalarda bir gölgeyim

Kimse bilmez ben nerdeyim
Zalim bir avci degilim
Ceylan ben seni vuramam

Daglarda gezer dururum
Aksam olur kaybolurum
Belki bende vurulurum
Ceylan ben seni vuramam

Vuramam vuramam
Ceylan ben seni vuramam


AH ULAN RIZA!..
Neden hala gelmedi.. yoksa
Saati mi sasirdi bu hiyar?
Gerçi hiç saati olmadi ama en azindan
Birisine sorar..
Cebimde bir lira desen yok!.
Madara olduk meyhaneye
Ah essek kafam benim..
Nasil da güvendim bu hergeleye!.
Gelse baliga çikacaktik,
Ne çekersek kizartip birayla yutacaktik..
Kafamiz tam olunca sarkilar döktürüp
Enteresan hayallere dalacaktik..
Bu sandali geçen hafta denk getirip
Çalintidan düsürdük..
Arkadaslar israr etti,
Biz de, iyi olur, bize uyar diye düsündük..
Saat sekizde gelecekti,
Bana birkaç milyon borç verecekti..
Yoksa o nemrut karisi kaçti da
Onun pesinden mi gitti?
Eger öyleyse yandik,
Gudubet gene yapti yapacagini!.
Geçen senede merdivenden itip
Kirmisti Riza'nin bacagini..
Kadinda boy su kadar;
Kalça firildak, göz patlak, kafa çatlak!.
Korkuyorum, bir gün ya kendini asacak,
Ya horlarken Riza'yi bogacak..
Bak simdi acidim, ask olsun adama..
Ben olsam vallahi basedemem!.
Hele bes tane velet var ki boy boy,
Allah'tan düsmanima dilemem!.
Aslinda iyi çocuktur Riza, efendi huyludur,
Herkesin suyuna gider..
Yoksa, kaliba vursan hani,
Tek basina on tane adam eder!.
Bir keresinde, hiç unutmam
Üç-bes zibidi haraca dadandi;
Riza, sandalyeyi kaptigi gibi
Herifleri hastaneye kadar kovaladi!.
Ayni mahallede büyüdük, ayni kizlari sevdik,
Ayni kafadaydik..
Orta ikiden biraktik, matematik agir geliyordu,
Biz baska havadaydik..
Ayni gömlegi giyer, ayni sigaraya takilir,
Ayni takimi tutardik..
Fener'in her maçina iddialasip
Millete az mi yemek ismarlardik!.
Bir tek askerde ayrildik,
Bana Bornova düstü ona Gelibolu..
Döner dönmez evlendirdiler,
En büyük salakligi da bu oldu!.
Bense hiç düsünmedim, zaten param yoktu
Hep tek tabanca gezdim..
Benim begendigimi anam istemedi,
Onun gösterdigini ben sevmedim.
. Neyse, bunlar derin mevzu..
Anlasildi, bu herif artik gelmeyecek..
Ufaktan yol alayim
Anam evde yalniz, simdi merakindan ölecek!.
Gittim, vurup kafayi yattim,
Rüyamda gördüm gülümseyerek geldigini..
Ne bilirdim, yolda kamyon çarpip
Hastaneye kavusmadan can verdigini!
Vay be Riza!.
Sonunda sen de düsüp gittin azrailin pesine!
Dün bosuna günahini almisim,
Ne olur kizma bu kardesine...
Öglen kahvede söylediler, Riza öldü, dediler
Ne kolay söylediler!.
Sanki dev bir tas ocagini
Kökünden dinamitleyip üstüme devirdiler!.
Ah dostum.. o kocaman gövdene
O beyaz kefeni nasil kiyip giydirdiler?
O zalim tabutun tahtalarini
Senin üstüne nasil böyle çivilediler?
Yani sen simdi gittin, yani yoksun, yani
Bir daha olmayacak misin?
Yani bir daha borç vermeyecek,
Bir daha bira ismarlamayacak misin?
Peki, beni kim kizdiracak,
Kim zar tutacak, kim agzini sapirdatacak?
Peki, beni bu köhne dünyada
Senin anladigin kadar kim anlayacak?
Ulan Riza.. ne hayallerimiz vardi oysa,
Ne acayip seyler yapacaktik..
Totoyu bulunca dükkan açacak,
Adini Dostlar Meyhanesi koyacaktik
Talih yüzümüze gülecekti be,
Kariyi bosayip sifir mersedes alacaktik
Hafta sonu iki yavru kapip
Bogaz yolunda o biçim fiyaka atacaktik!.
Ah ulan Riza..
Bu mahallenin neresini begenmedin de öte yere tasindin?
Ara sira giciklasirdin ama inan ki,
Benim en kral arkadasimdin!..
Ah ulan Riza..
Ben simdi bu koca deryada tek basima ne halt ederim?
Senden ayrilacagimi sanma,
Birkaç güne kalmaz, bende gelirim!..

CHE GUEVARA hayatı ve şiirleri

CHE GUEVARA hayatı ve şiirleri


Ernesto Che Guevara 14 Haziran çarsamba günü Arjantin'in önemli öehirlerinden Rosario'da doğdu. Che henüz iki yaşında iken ilk astım krizine yakalandı.Sierra Maestra'da Batista ordularına karşı savaşırken Che'ye zorlu dakikalar yaşatan bu hastalık,Bolivya ormanlarında Barrientos'un askerleri tarafından vuruluncaya kadar yakasını bırakmadı. Yüksek mühendis olan babası Ernesto Guevara Lynch, Irlanda asıllı bir aileden, annesi Clia dela Sena ise Irlandalı-Ispanyol karışımı bir aileden geliyordu.Che üç yaşında iken ailesi Buenos Aires'e yerleşti. Daha sonraları astım krizlerinden dolayı Che'nin durumu dahada kötüleşti. Doktorlar tedavisinin çok güç olduğunu, mutlaka iklim değiştirmesi gerektiğini söylediler. Böylece Guevara ailesi yeniden göç etti.Cordoba'ya yerleştiler.
Guevara ailesi tipik bir burjuva ailesi idi. Politik eğilimleri itibariyla da sola açık liberal olarak tanınırlardı. Ispanya iç savaşında açıkça cumhuriyetçileri desteklemişlerdi. Zamanla maddi durumları bozuldu. Che, eğitim bakanlığına bağlı Dean Funes lisesine başladı. Okulda Ingilizce eğitim yapılırken, annesinden de fransızca öğreniyordu. Daha ondört yaşındayken Freud'un kitaplarını okumaya başlayan Che, fransızca şiirlere bayılırdı. Baudelaire'e karşı büyük bir tutkusu vardı. Onaltı yaşında ise Neruda'ya hayran olmuştu. Guevara ailesi,1944 yılında Buenos Aieres'e göçtü. Durumları iyiden iyiye bozulmuştu. Che, biryandan öğrenimine devam ederken bir yandan da çalışıyordu.Tıp fakültesine yazıldı. Fakültedeki ilkyillarında Arjantin'in kuzey ve batı bölgelerini baştan başa dolaşmış, buralardaki orman köylerinde cüzzam ve tropikal hastalıklar üzerinde çalışmalar yapmıştı.
Son sınıfta iken Che, arkadaşı Alberto Granadas ile bütün Latin Amerika'yı içine alan bir motosiklet turuna çıktı. Bu tur ona, Latin Amerika'nın sömürülen köylülerini yakından tanıma fırsatı verdi. Che, 1953 yılının Mart ayında üniversiteyi bitirmiş doktor olmuştu. Venezuella'daki cüzzam kolonisinde çalışmak üzere anlaşmıştı. Buraya gitmek için çıktığı yolculuğu sırasında Peru'ya da uğradı. Orada yerliler hakkında daha önce yayınlanmış bir incelemesi yüzünden tutuklanarak cezaevine gönderildi. Hapisten çıktıktan sonra Ekvator'da bir kaç gün kaldı. Burada Ricardo Rojo adında bir avukatla tanışması hayatının dönüm noktası oldu. Che, Venezulla'ya gitmekten vazgeçip, Ricardo Rojo ile birlikte Guetamala'ya gitti. Devrimci Arbenz Hükümeti sağcı bir darbe ile devrilince Arjantin büyük elçiliğine sığındı. Ilk fırsatta ihtilalcilerin safına katıldı. Faaliyetlerinden dolayı elçilik binasından çıkartıldı. Guetamala'da kalması tehlikeli bir durum alınca Meksika'ya gitti. Ernesto, Guatemala'da bir çok Kübalı sürgün ve Fidel Castro'nun kardeşi Raul ile karşılaşmıştı. Meksika'ya geçtiğinde ise Fidel Castro ve arkadaşları ile tanışarak Küba devrimcileri safında yer aldı. Daha sonra Granma gemisiyle Küba'ya hareket etti ve savaşın sonuna kadar en ön safhada yer aldı.
Devrim sonrasında Binbaşı Ernesto Che Guevara Havana'nın la Cabana Kalesi'nin komutanlığına getirildi.1959 yılında Küba vatandaşı ilan edildi . Bir süre sonra silah arkadaşı Aleida March ile evlendi. 7 Ekim 1959'da Milli Tarım Reformu Enstitüsü başkanlığına atandı. 26 Kasım'da da Küba Milli Bankası başkanlığına getirildi. Böylece Che ülkenin mali işlerini yüklenmiş oluyordu. 23 Şubat 1961'de Küba Devrim Hükümeti bir sanayi bakanlığı kurarak Che'yi bunun başına getirdi. Ancak Playa Giran çatışması sırasında, tekrar kale komutanlığı görevine getirildi. Daha sonra az gelişmiş ülkelere çesitli seyahatlar yapan Che, sömürülen halkları ve emperyalistleri daha yakından tanıma fırsatı buldu. Bu durum Che'nin savaşcı yanının tekrar canlanmasına yol açtı. Artık başka Latin Amerika ülkelerine gidip halkları örgütlemesi gerektiği kararını vermişti.1965 Eylül'ünde bilinmeyen ülkelere doğru yola çıktı. 3 Ekim 1965'de Fidel Castro, Che'nin ünlü veda mektubunu Küba Halkı'na okudu.
...Ve ölüm Che'yi Bolivya'da Higueras yakınlarında yakaladı. Barrientos'un askerleri O'nu 7 Ekim 1967 gecesi Hieguras yakınlarında kıstırdılar. Bacağından ağir bir yara aldı ve Hieguras'da bir okula hapsedildi. Kimsenin karşısında eğilmedi. Ve 9 Ekim günü Barrientos'un kiralık katillerinden Mario Turan'ın dokuz kurşunuyla can verdi.





VEDA ŞARKISI

1.
Kayalıkta çakılı yelkenli
sana bırakıyorum veda şarkımı.

2.
Benim uzaklardaki ölümümün kanında tohumlanışı da
kayalar devranının altında değişken köklerle.
Yalnızlık! geçmişe özlem çiçeği canlıı duvarların.
Yalnızlık, yeryüzünde adanmış faniliğim.

3.
Taşımak istemiştim heybemde
yüreğinin gelip geçici tadını,
ama kaldı havaya çizilmiş kesin eğrilerle,
yadsıma oldu umudumun yiğitliğine.oman
Giderim hatıradan daha uzun yıllar boyu
kapalı yalnızlığıyla gezginin,
fakat havaya çizilmiş kesin eğri sanki bana döndü
ve bir işaret koydu pusula kaderime.
Sonu geldiğinde bütün gündelik işlerin
yol yapacağım bir geleceğim olmasa,
gelmiş olacağım bakışında canlanmaya
kaderimin sırıtan parçası olarak.
Gideceğim hatıradan daha uzun yollar boyunca
zincir halkaları gibi eklenen elvedalarla zamanın akışında.

4.
Dimdik hatıra sonunda düşmüş yola,
usanmış beni bir geçmişi olmadan izlemekten,
unutulmuş yol kıyısındaki bir ağaçta
Uzaklara gideceğim, hatıra
parçalanarak ölünceye yolun taşlarında,
ve devam edeceğim, içimde
hep o gezginin acısı, yüzümde gülümseyiş.
Bu dönenen bakış ve güç
büyülü bir matador mendilinde.
Alıkoydu kaygı duymaktan tüm çıkarlara,
hep yitiren bir çizgi oldu benim eğrim.
Ve bakmak istemedim seni görürüm diye
beni isteksizce davet etmeni
mutluluğumun pembe boyalı torerosu
Deniz seslenir bana sevecen elleriyle.
Çayırım -bir kıta-
Dümdüz yayılır, tatlı ve silinmezdir
alacakaranlıkta bir çan gibi.

5.
Bir sicil memuresi karşısında kurumlu bir doktor gibidir
kara bir mikroskopu gösteren bilim.
Sanat... sanat diye arzıendam eden şey
bir Leica'nın kısır mekaniğidir.
Acılar ve kaygılarla dolu bir yerli (ve tabii özlemleriyle
olup ta şimdi yiten için
ve onun dönüşünde arzu gönlünde),
coca, alkol ve açlığın aptalca gülümsemesiyle.
Üç kuruşa satılan cinsellik
-Amerika'da pek ucuz-
Boş çarşafların umursanmaz hatırası.
Guetamala bıraktın beni
bağrımda derin bir yarayla
ve de acılarını bana emzirme
ya da emme fırsatıyla,
kahreden bir hıçkırığın belirsiz duygusunda bulan kadını.
Kederleri teker teker birleştiren bir bağ var yine de:
uyanan insanın haykırışıdır o da.

6.
İşte bugün böyle titrek ellerle
belirsiz bir kayıta koyuyorum prizmamı.
Ağacın olgunluğunu tüketmeden
kasalanmış meyvanın garip tadıyla.
Çağırışını farkedemiyorum bazen
yaşlı, garip kanatlanmış kulemden,
fakat bazı günler var ki cinselliğin uyanışını hissediyor
ve bir öpücük dilenmeye dişiye gidiyorum
ve böylece beni arkadaş diye çağırmayanın
ruhunu hiçbir zaman öpemeyeceğimi anlıyorum...
Biliyorum ki tertemiz değerlerin kokusu
bereketli kanatlarla dolduracak beynimi,
Biliyorum ki hayata geçmesi mümkün olmayan
fikirleri barındırmak gibi zevkleri bırakacağım.
Biliyorum ki ölümüne çarpışma günü
halk çocukları benimle omuz omuza verecek,
halkın savaştığı amacın kesin zaferini
göremezsem eğer
fikri en yüksek geleceğe götürmek için
mücadele verdiğimdendir,
eski kabuğun tüylerini yolarken
doğan umudun kesinliğiyle biliyorum bunları.



TOMAS'LA VEDALAŞMA Sanadır, kuşatılmış arkadaşım, ak dağların berrak sularına, batık gemi düşünün seni bağladığı yere gider ayrılık şarkım. Uyandım bugün yelkenlerimde kanatlanma arzusuyla, haberleşme mumları tutuyorum duygusuz pusulanın gösterdiği zaman limanına giderken gemi. Dilimi rüzgara veriyorum sözcüklerini gergin gergin tutmak, taze acılarından bir şeyler alıp götürmek için yaşamakta olduğun şaşkınlıkları paylaşmaya. Yastığını yeşerten bahar da yitti gitti. Ayrılışımı kastetmiyorum, artık yol almayan gemin için diyorum. Anlıyorum seni kırık kanatlı kırlangıç, isterdim Kastilya çeşmesine götürmek, başa çıkabileceğin güçle donatmak. Olaylara eğilmiş bir doktor olsam bile onları değitiremiyor, ancak anlayabiliyorum. Bununla birlikte sihirli bir çözümüm var, Bolivya'da bir madende, belki de Şili'de, Peru veya Meksika'da ya da yıkılmış Sonora İmpataratorluğunda, Afrika Brezilya'sının siyahi bir limanında ya da belki de her noktada bir kelime öğrendiğimi sanıyorum. Bu çözüm çok basit, etrafıyla ilgilenme, saldır tepeye. Birleştir genç ellerini yaşlı kayayla, günden güne ufak dalgalar halinde kıpırdayan kırmızı mercanlara nabzını daya. Günün birinde, hatıram ufuğun ötesinde bir yelkenli olsam bile ve senin hatıran belleğimde demirleyen bir gemi olsa bile geleceğe doğru neşeyle yürüyen ufuktaki kızıl yoldaşları gördüğümde şaşkınlıkla haykırmaya başlayacak kuşluk vakti. O korkunç ve beyaz soğukkanlı kötüler şaşkınlığa uğramış gece gibi gerisin geri dönecekler. İşte o zaman, dört duvar arasında solgun şair, evrenin şarkıcısı olacaksın ve sen bahtı kara, ince ruhlu, hasta şair halkın güçlü şairi olacaksın.
İHTİYAR MARIA Bir ayağın çukurda, ihtiyar Maria, geldim seninle gerçekleri konuşmaya: Bir tesbihin dizili acıları oldu hayatın ne seven bir erkeğin oldu, ne sağlık, ne mal mülk, ancak açlık vardı paylaşılan. Geldim seninle umudundan konuşmaya, kızının nasıl olduğunu bilmeden kuzuladığı o üç ayrı umuttan da. Sarı sabunla perdahlanmış ellerinin arasına al bir çocuğunkini andıran bu erkek elini, sertleşmiş nasırlarını ve kıvrılmış saf parmaklarını doktor ellerimin yumuşak utancında ov. Dinle, emekçi büyükanne, inan gelen insana, göremeyecek olsan da geleceğe inan. Tüm bir hayat boyunca umudunu boşa çıkaran acımasız Tanrıya da dua etme. Yağlıkara okşayışlarının büyümesini görmek için ölümden acımasını isteme; gökler yeşil ve karanlık hüküm sürüyor sende, her şeyden öte kızıl bir intikama sahip olacaksın, şafağı yaşayacaklar torunlarının hepsi, huzur içinde öl yaşlı mücadeleci. Bir ayağın çukurda ihtiyar Maria, o gideceğin günlerden biri otuz kefen tasarımı bakışlarıyla selamlayacaklar seni. Bir ayağın çukurda, ihtiyar Maria, suskun kalacak odanın duvarları birleşince ölüm astımla ve sevdaların boğazına dizilince. Bronzdan dökülmüş üç okşama (geceni hafifleten tek ışık) açlıkla kuşanmış üç torun her zaman bir gülümseme buldukları yaşlı kıvrık parmaklarını özleyecekler. Hepsi bu olacak, ihtiyar Maria. Bir tesbihin dizili acıları oldu hayatın ne seven bir erkeğin oldu, ne sağlık, ne mal mülk, ancak açlık vardı paylaşılan, geçti keder içinde hayatın, ihtiyar Maria. Bulandırdığında gözbebeklerinin acısını sonsuz dinlenmenin buyruğu, ömür boyu angaryadaki ellerin son şefkatli okşayışı içine çektiğinde onları düşüneceksin... ve ağlayacaksın, zavallı ihtiyar Maria. Hayır, hayır yapma bir hayat boyu umudunu boşa çıkaran umursamaz Tanrı'ya kendini teslim etme, ölümden aman dileme, korkunç bir açlıkla kuşanmıştı hayatın, sonunda kuşandı astımla. Fakat bildirmek istiyorum ki sana umutların kısık ve yiğit sesiyle intikamların en kızılı ve yiğit olanıyla, ideallerimin en doğru boyutuyla yemin etmek istiyorum. Sarı sabunla perdahlanmış ellerinin arasına al bir çocuğunkini andıran bu erkek elini, sertleşmiş nasırlarını ve kıvrılmış saf parmaklarını doktor ellerimin yumuşak utancında ov. Huzur içinde yat, ihtiyar Maria, huzur içinde yat, ihtiyar mücadeleci, şafağı yaşayacaklar torunlarının hepsi. YEMİN EDİYORUM Kİ...
GÖLGELİ OTOPORTRE Genç bir ülkeden, kökleri otlardan doğan, (o kökler ki Amerika'nın öfkesini yadsıyan) sizlere geliyorum, kuzeyli kardeşlerim. Acılı haykırış, umutsuzluk ve inanç yüklü, sizlere geliyorum, kuzeyli kardeşlerim. Biz "homo sapiens"lerin geldiği yerden, nice yol aldım göçebe ayinleriyle, bir haç gibi taşıdığım astımımla ve onun özüme yakışmayan mecazıyla. Uzundu yol ve çok ağırdı dert sürmektedir bende avare adımlarımın kokusu, hala batık bir gemidir derinlerdeki özüm -kurtarıcı kıyılar görünseler bile- dalgalara karşı gönülsüz yüzüyorum batık bir gemi oluşumu koruyarak. Yalnızım acımasız geceye karşı ve biletlerin bıraktığı kesin şeker tadına. Avrupa çağırıyor beni yıllanmış şarabının sesiyle, sarı etinin soluğuyla, müzedeki eserleriyle. Yeni ülkelerin neşeli klarnet sesiyle alıyorum karşıdan geniş etkisini Lenin'in icra ettiği ve halkların söylediği Marks ve Engels şarkılarının.
FİDEL'E ŞARKI Haydi gidelim, ateşli peygamberi şafağın, gizli patikalardan ulaşalım o yeşil timsahı kurtarmaya, aşkla sevdiğin. Haydi gidelim, isyankar ve marslı yıldızlarla dolu cepheyle aşağılanmayı bozguna uğratarak zafere erişmeye ya da ölümle buluşmaya yemin edelim. Duyulduğunda ilk atış sesi ve uyandığında çalılıklar bakirelere yaraşan bir şaşkınlıkla, orada, yanıbaşında, olgun savaşçılar olarak, bulacaksın bizi. Saçıldığında sesin dört rüzgara doğru adalet, ekmek, özgürlük, tarım reformu, oradai yanıbaşında, aynı vurgularla, bulacaksın bizi. Ve yerini bulduğunda bunca emeğin sonunda zalime karşı doğruluğun uğraşı, orada, yanıbaşında, bekçilik edeeken mücadelenin sonuçlarına, bulacaksın bizi. Yaralı böğrünü yaladığı gün canavar milliyetçi bir mızraktır onu orada vuran, orada, yanıbaşında, gururlu yüreklerimizle, bulacaksın bizi. Sanma ki bozabilirler bütünlüğümüzü rüşvetle kuşanmış yaldızlı bitler, tek istediğim bir tüfek, mermiler ve bir siper. Başka hiçbir şey. Ve şayet engellerse yolumuzu demir, Amerika tarihine geçen gerillaların kemiklerini örtmek için bir mendil isteriz Kübalıların gözyaşlarından. Başka hiçbir şey.
VE BURDA Haykırır paleti tutuşan ressam, melezim ben haykırırlar bana kovalanan hayvanlar, melezim ben, sızlanırlar gezgin şairler, melezim ben, tekrarlar her köşenin günlük acısında rastladığım insan, melezim ben ve altın kaplamalı tahtadan bir bakireyi okşayan ölü bir ırkın gizemine varır bu: melezdir benden doğma bu acayip çocuk. Melez değil miyim ben de bir yandan çarpışmasında (birleşip, ayrılan) aklımı karıştıran iki gücün, o güçler ki ağaçta daha olgunlaşmadan hapsolmuş meyvenin garip tadını hissettiğinde beni çağıran. Dönüyorum İspanyol Amerika'sının sınırına, kıtayı saran bir geçmişi tatmaya. Kayıp gitmektedir hatıra silinmez bir yumuşaklıkla bir çan sesiyle ta uzakta.
AĞIL Yaşayan bir şey kalmış taşlarında ey yeşil şafakların kız kardeşi. Gerçek mezarları şaşırtır ellerinin sessizliği. Rengarenk gözlüklerin türlü keyfiyle sorumsuz kazma yaralar kalbini ve yabancı turistin savurduğu aptalca oh çarpar yüzüne gücendiren hakareti. Ama canlı bir şey vardır. Kütüklerden bir kucaklayış sunar orman sana köklerini tırmalamaktayken merhamet. Koca bir celep gösterir övendireyi taht uğruna zaptettiği tapınakların orda, ve sen ölmüyorsun hala. Hangi güçtür seni ayakta tutan yüzyılların ötesinden gençlikte olduğu gibi canlı ve kıpır kıpır? Hangi tanrı üfler gün sonunda hayati soluğunu mezar taşlarında? Tropiklerin tatlı güneşinden midir? Sormalı niye Chichen-Itza'da olmaz? diye. Ormanların neşeli öpücüğü ya da kuşların nağmeli şarkısından mıdır? Ve niye Quirigua'da daha derindir uykusu? Dağların sarp kayalıkları arasında çarparak çınlayan kaynağın yankısından mıdır? İnkalar öldü, ne dersek diyelim.

İSTANBUL BEKTAŞİ TEKKELERİ

İSTANBUL BEKTAŞİ TEKKELERİ
                                                                                                                                                                            Müfid Yüksel

İçindekiler:
1. Merdiven köy – Şahkulu Sultan Dergahı:------------------------------------------------------------------------------------------
2. Daver Baba Tekkesi:---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
3. Akbaba Dergahı:---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
4. Yarımca Dede (veya Baba) Bektaşi Dergahı:-------------------------------------------------------------------------------------
5. Üsküdar – Tahir Baba Bektaşi Dergâhı:-------------------------------------------------------------------------------------------
6. İvaz Fakih Dergahı:-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
7. Nur(i) Baba Dergahı:---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
8. Rumeli Hisarı Şehitlik veya Nafi Baba tekkesi:---------------------------------------------------------------------------------
9. Durmuş Dede Dergahı:-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
10. Istıranca Dergahı:-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
11. Kara Mustafa Paşa Tekke ve Mescidi:--------------------------------------------------------------------------------------------
12. Karaağaç Bektaşi Tekkesi:-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
13. Sütlüce, Münir Baba veya Bademli Bektaşi Tekkesi:------------------------------------------------------------------------
14. Karyağdı Baba ve Hafız Baba  Dergahı:----------------------------------------------------------------------------------------
15. Topkapı, Şeyh (Büyük) Abdullah Efendi Tekkesi:----------------------------------------------------------------------------
16.Emin Baba veya Valide Sultan Tekkesi:------------------------------------------------------------------------------------------
17. Kazlıçeşme Eryek Baba Tekkesi:k-------------------------------------------------------------------------------------------------
18. Ciğerci Baba Tekkesi:------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
19. Erdi Baba Tekkesi, Fatih:-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
20. Mürüvvet Baba Tekkesi:--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
21.Bandırmalı İnadiye Tekke ve Mescidi:--------------------------------------------------------------------------------------------
22.Haşimî Osman Saçlı Emir Efendi Dergahı ve Camii:------------------------------------------------------------------------
1199/1784 Tarihli İstanbul’daki Tekke, Zaviye ve Hankahlarla belgede yer alan Tekkeler-----------------------------
Bandırmalızade Es-Seyyid Ahmed Münib Üsküdarî’nin 1307/1890 Tarihli Mecmua-i Tekaya’sında yer alan TEKKE VE ZAVİYELER-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
KAYNAKLAR----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Eldeki çalışmada İstanbul’da tarihte varolmuş olan veya bugün ayakta duran Bektaşi dergahlarının, özet bilgilerle bir listesi verilecektir.
1925’te 677 sayılı yasa ile tekke ve zaviyeler kapatıldığı döneme kadarki, İstanbul Bektaşi tekkelerinin sayısı konusunda farklı rakamlar verilmektedir. 9, 10, 12. 13 veya 14 gibi .. Zira sultan II. Mahmud (1808 – 1839) döneminde Bektaşi tarikatlarına ve tekkelerine gelen yasaklar (1241 – 1826), bu yasağın fiilen olmasında resmen ve sureten Osmanlı döneminin sonuna kadar (1920) sürmesi, bundan dolayı tekke ve zaviyeleri konu alan mecmualarda Bektaşi ya yer verilmeyişi ya da sureten Nakşi gözüktüğü için Nakşi tekkeleri meydanında sayılmaları, İstanbul’daki Bektaşi tekkelerinin sayısının tespitini güçleştirmektedir.
Ayrıca Bektaşi tekkelerinin çokluğunun şehrin, yerleşim alanlarının dışında uzak yerlerde, Yeniçeri kışlalarına yakın mekanlarda veya kışla içlerinde yapılmış olmaları, bunun yanı sıra II. Mahmud döneminde, Yeniçeri kışlaları ve bunların dışındaki 9 tekkenin (bilinen) yıktırılması da, sayının tespitini güçleştiren bir nedendir. 1826 sonrasındaki propagandaların tesiriyle tarikatlar ve tekkeleri konusunda çalışma yapanların, Bektaşiliğe soğuk bakmaları da bunda önemli bir etkendir.
Ancak çok çeşitli kaynaklar bir araya getirildiğinde ve bu tekkelerdeki mezar taşları incelendiğinde ortaya 20 civarında bir rakam çıkmaktadır. Bu yazıda tespit edilebilen İstanbul Bektaşi Tekkelerinin isimleri yerleri ve tarihleri konusunda bilgi verilecektir.

Anadolu Yakası

1. Merdiven köy – Şahkulu Sultan Dergahı:

Bu dergah, İstanbul’un fethine veya öncesinde kuşatmalarına geldiği söylenen Horasan Erlerinden Şah Sultan’a (sonra da Şahkulu Sultan adı verilmiş) ait olduğu rivayet edilen türbenin yanında yapılmış, bu dergah II. Mahmud döneminde 60 yıldan yeni olup, muhdes kabul edilerek yıktırılması kararlaştırılan Bektaşi tekkeleri meydanında yıktırılmıştır.
Bu dergah 1839’dan sonra, Seyyid Nizam Türbesi karşısında gömülü olan Halil Revanaki Baba’nın gayretiyle uyandırılır. Daha sonra M. Ali Hilmi Dede baba (ölümü: 1325 / 1907) burada şeyh olur. Ondan sonra ise yerine, Ahmed Burhanullah Baba geçmiştir. Hal-i hazırda ihya edilmiştir. Ancak onarım sırasında tekkeye ilişkin bazı özellikler yok edilmiştir.

2. Daver Baba Tekkesi:

Kartal, Başıbüyük semtindedir. Orhan Gazi zamanında ahilerin kurduğu bu tekke, sonradan Bektaşi tekkesine dönmüş, 1826’dan sonra ise Nakşibendi tekkesi olmuştur.

3. Akbaba Dergahı:

Beykoz – Akbaba Köyü’ndedir. Akbaba lakaplı Şeyh Mehmed Efendi, İstanbul’un fethine katılanlardandır.
Akbaba hakkında Hadikatu’l Cevamî’de şöyle denir: “Akbaba Camii Yuşa Dağı yakınında camiyi bina eden Sultan I. Ahmed’in saltanatı sırasında Harem-i Hümayunda  Kethüda kadın olan Canfeda Hatun’dur. Karagümrük’te de bir camii ve saraçhane yakınında sebili olduğu yukarıda zikir ve beyan olunmuştur. Bu köyde (Akbaba) birtek hamamı dahi vardır. Kabri belli değildir. Ve bu köyün bu adla anılmasına sebep, Akbaba Mehmed Efendi’dir ki kabri adı geçen caminin yakınında büyükçe bir kabir olup mezar taşında tarih yoktur. Rivayete göre bu zat Fatih Sultan Mehmed’le gelen gazilerdendir.” Hadika, 2/150
Akbaba Bektaşi dergahı, camii ile birlikte Canfeda Hatun’un vakfı kapsamına alınır. Bu Bektaşi dergahı 1826’da II. Mahmud’un fermanı mucibinde Bektaşilere kapatılarak Nakşibendilere verilir. O tarihten 1925’te tekkeler kapatılıncaya kadar, Nakşi dergahı olarak devam eder. Akbaba türbesinin az ilerisindeki dergah binası bugün eve dönüşmüştür.

4. Yarımca Dede (veya Baba) Bektaşi Dergahı:

Diğer adıyla Öküz Limanı (veya Paşa Limanı) dergahı. Dergah, Kuzguncuk yolu üzerinde (Paşa Limanı Cad.) Hüseyin Avni Paşa çeşmesinin (1291 – 1874) üst tarafında yer alırdı.
Üsküdar İskelesinden sonra başlayan çıkıntının bulunduğu bu yere Öküz Limanı denmesinin nedeni, Yunan efsanesine (Mithology) göre – İyo – denilen inek denizi tam buradan geçmiş. Yunan mitolojisindeki inek, sonra bazı kaynaklarda öküze dönüşmüş ve buraya Öküz Limanı denilmiştir. Paşa Limanı denilmesinin nedeni ise, burada ünlü bir Osmanlı Paşasının yalısı yer aldığı içindir. (Piyale Paşa Sahil Sarayı). (İ. Hakkı Konyalı, Üsküdar Tarihi, 1977. 2/526)
Yarımca Baba Dergahından ilkin Evliya Çelebi Seyahatnamesinde söz edilmektedir:
“Tekye – i Hacı Bektaş – ı Veli, Kaya Sultan yalısı dibinde Öküz Limanında bir küçük Asitane – i dervişandır.” (Seyahatname, Cilt 1, Shf. 475)
Aynı dergahtan Hadikatu’l Cevamî’de – Paşa Limanı Camii bahçesinde – şöyle söz edilir.
“Cami – i mezburun kurbunda sonradan bazı ashab – ı hayr bir çeşme ile bir namazgah inşa eylemişlerdir ve kurbunda bir Bektaşi tekyesi dahi ihdas olunmuştu. Ba’dehu (sonradan) 1241 senesi sonlarında zevaya – yı Bektaşiye’nin (Bektaşi Zaviyelerinin) tarihinde bu  zaviye dahi hedmolunmuştur (yıkılmıştır).” (Hadika, Cilt 2, Shf. 182)
Hadikatu’l Cevamî’de kitabı neşre hazırlayan Ali Satı’ Bey’in kaydı, Evliya Çelebi’nin verdiği bilgilerle çelişmektedir. Evliya Çelebi kendi zamanında (IV. Murat zamanı) zaviyenin varlığından söz ederken Hadika’da  tekkenin muhdes (sonradan yapılma) olduğundan ve 1826’daki ferman gereğince yıktırıldığından söz eder. Evliya Çelebi’nin kaydı ve dergahta yer alan mezar taşlarından bunların muhdes olmadığı görülmektedir. Halbuki 1826’da alınan kararlar gereğince, son 60 yılda yapılan Bektaşi tekke ve zaviyeleri muhdes kabul edilerek yıkılacaktı. Buradan da, verilen kararların da aşılarak kadim (eski) kabul edilen bazı Bektaşi dergahlarının da yıktırıldığı anlaşılmaktadır. Ancak dergahın ilk yapılışının tarihi bilinememekteyse de, Yarımca baba tarafından inşa edildiği sanılmaktadır. Dergahta bulunan kısa bir mezar taşında şunlar yazmaktadır.
“Merkad – ı Sultan Yarımca Dede’dir. Bu Ca – yı Bektaşi de kutb idi, ol şah-ı Cazbedir.”
Ayrıca dergâhta yıktırılış (1826’daki) öncesine ait bir mezar taşı da şu şekildedir: (Bektaşi teslim taşı)
Hacı Ömer Baba ki bu gülşende nice Sal (yıl)

Olmuştu feyz-i pirle hemhalet hubben

Haya edip Yarımca Baba yı nam-ı Ömer

Rah-ı ricada bir nefes etmedi heba

Geçti Şeb bir anda Sıdk-u safayla

Al-i Muhammed aşkına daim giyip aba

Labüdd gelir bu mısra tarih-i fevtine

Kıldı Diyar-ı Cana seyahat Ömer Baba
                                                                       1207 / 1792
1826’da Bektaşiliğin yasaklanması, tekke e zaviyelerin ellerinden alınıp önemli bir bölümünün yıktırılması, bir kısım Bektaşi baba ve dervişlerinin idamı ve diğer bir bölümünün sürgüne, zorunlu ikamete tabi tutulması sırasında Öküz Limanındaki Yarımca Dede dergahı da yıktırılır ve dergah postnişini Ahmed Baba ile birlikte Hadim’e (Konya’nın İlçesi) sürgün edilip, zorunlu ikamete tabi tutulur. (Bkz. Es’ad Efendi, Üss-ü zafer, 1243. 211-212; Hasluck, F. W. 1973.2/517; A. Rıfkı, Bektaşi Sırrı, 1328. 2/65;Birge, John Kingsley, 1937.77)
Dergahta ayrıca 1215’te vefat eden (1801) Nuri Baba’nın ve Şeyhülislam Arif Efendi’nin torunu Aşir Efendinin de, 1826 öncesine giden kabirleri vardır.
1826’da yıktırılan dergah, II. Sultan Mahmud’un 1839’da vefatından sonra, Kadiri tarikatına salik şeyh Şerif Ahmed tarafından yeniden ihya edilir. Dergahın ikinci banisi olan Şerif Ahmed’in 1263 / 1846 tarihli mezar taşında şunlar yazılıymış:
« Bende-i Hazret-i Abdülkadir Geylani Bani-i Sani-i dergah-ı Yarımca Dede Hazretleri Eş-Şeyh Es-Seyyid El-Hacc Ahmed Efendi Ruhiçün El-Fatiha 1263 »/1846
Dergahın kapısı üzerinde olan kitabe işe şu şekildedir:
Kitabenin Üzerinde Bektaşi tacı vardır.
Yaptı bu dergah-ı Alinin yeniden babını
Kaşif-i kenz-i hakikat Şerif Ahmed
Dergahte ayrıca bu tarihten sonraya da ait Bektaşi mezarları mevcutmuş. Bunlardan biri 1275 / 1859 tarihli olup, bende-i Al-i aba basmacı ustalarından Es-Seyyid Hasan Efendiye aittir. Bunun mezar taşında Bektaşi tacı ve gülleri varmış.                                                                                                                       (Bkz. İ. Hakkı Konyalı, Üsküdar Tarihi, 1/434-5)
Bu durumda tekkenin sonradan  Kadiri olmasına karşın Bektaşi usulünü de devam ettirdiği anlaşılmaktadır. Ancak tekkenin son şeyhi olup 1930’da vefat eden ve Şerif Ahmed’in torunu Şeyh Mehmed Kazım Efendi ise, sadece Kadirilik usulünü devam ettirmiş. Ahmed Münib Efendi’nin 307/1890 tarihli mecmua-i Tekaya’sında dergâh, Paşa Limanı Tekyesi adı altında da zikredilmekte ve Kadiri tekkesi olduğu kaydedilmektedir. (Shf.7)
İki katlı, 5 odalı ve ahşap olup 1980’li yıllara kadar ayakta duran tekke binası bu yıllarda yıkılarak yerine apartman yapılmış.

5. Üsküdar – Tahir Baba Bektaşi Dergâhı:

« Bu tekke,Kısıklı’da Sultan Üçüncü Selim’in annesi Mihrişah Sultanın Sarayının yanındaki tophaneli oğlu çeşmesinin karşısında idi».  (İ. Hakkı Konyalı, Üsküdar Tarihi, Cilt 2/114 – 548)
Bu Bektaşi tekkesinden Hadikatu’l Cevamî’de şöyle söz edilmektedir.
Üçüncü Selimin annesi Mihrişah Sultan’ın sarayı anlatılırken;
« Sonraları, Hüdaverdigâh Hazretlerinin valideleri Valide Sultan için mücedden (yeniden) bina ve mamur buyurmalarıyla bir halvetsaray-ı âli olmuştur. Sonra Valide Sultanın vefatıyla, Padişahın hemşiresi Esma Sultan’a verilmiştir. Bu mahale yakın Tophanelioğlu Çeşmesi denmekle[1] meşhur bir ma-i leziz (tatlı su) dahi vardır ki Eyyam-ı Sayfte (yazın) müstakil kahvecisi olup, kahve işlerler. Derbend gibi bir mahaldir. Ve bunun karşısında bağlar arasında Tahir Baba namında tarik-i Bektaşiyeden bir kimse, Sultan Selim devrinde Müceddeden bir Bektaşi tekkesi ihdas etmiş, sonradan 1241 / 1826 senesi sonlarında diğer Bektaşi zaviyelerinin yıkılmasında bu da yıktırılmıştır »  (Hadika, C.2, Shf.261)
Bu yıkım sırasında, dergah şeyhi bulunan Mehmed Baba Tire’ye sürgün edilip, orada idam edilir. (Bkz. Birge, John Kingsley, 1937.77., A. Rıfkı, Bektaşi Sırrı, 1328.2 / 65)
Dergah daha sonra yeniden ihya edilir. Ancak kim tarafından ihya edildiği bilinmemektedir. 1307 / 1890 daki Ahmed Münib Efendi’nin Mecmua-î Tekaya’sında, Tahir Baba Nakşi dergahı olarak yer almakta, Büyük Çamlı’da olduğu kaydedilen dergahın o zamanki şeyhi, Nuri Baba gösterilmektedir. Ancak Nuri Baba’nın  Çamlıca İstavroz deresi üstündeki (Nur Baba Sokağı) Nur Baba Dergahının postnişini olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla burada bir karışıklık görülmektedir. Zaten başka kaynaklarda da Tahir Baba dergahı yine Büyük Çamlıca Tepesindeki İvaz Fakih *********** Arapça yazı *********** dergahıyla karıştırılmaktadır. ( Bkz. Mustafa Özdamar, Dersaadet Dergahları, Shf.226, Cem Dergisi, Ekrem Işın ile Bektaşi Tekkeleri, Sayı. 62 – Ocak 1997)

6. İvaz Fakih Dergahı:

Dergah, Büyük Çamlıca Tepesinde yer alan İvaz Fakih Türbesinin yanında yapılmıştır. Bu türbenin bilinen son türbedarı, aynı zamanda dergah postnişini olan Seyyid Hasan Tahsin Baba’dır.
Türbe bugün, Büyükçamlıca’nın safa tepesinde yer almaktadır ve B. şehir belediyesinin çamlıca tesislerinin bahçesinde kalmıştır. İvaz Fakih’in  Horasan’dan gelen cihad erlerinden olduğu rivayet edilmektedir. (Süheyl Ünver, İstanbul Risaleleri. C.5)
Bu dergah, Tahir Baba Dergahı ve Nur(i) Baba Dergahı biri birine karıştırılmıştır. Tekke daha sonra yıkılmış olup herhangi bir eser kalmamıştır.

7. Nur(i) Baba Dergahı:

Üsküdar, Bu tekke, Kısıklı’da Kısıklı caddesi Nur Baba sokağında bulunmaktaydı. Tekkesi ve Mescidi bugün yıkılmıştır. Nur Baba’nın, Dergah postnişini olan meşhur Nuri Baba olduğu kaydedilmektedir. Nuri Baba ölünce yerine Tevfik Baba, sonrada Nuri Baba’nın oğlu Ali Nutki Baba geçmiştir. Nuri Baba ve oğlu Ali Nutki Baba’nın mezarları Karacaahmet’tedir. Bazı kaynaklarda Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bektaşilik aleyhindeki Nur Baba romanını dergahtan mülhem olarak yazdığı kaydedilmektedir. Ancak bu konuda sarahat yoktur. Ayrıca Bektaş – Maçka sırtlarında, Nur Mehmed Emin Baba adlı birisine ait 867 hicrî (1463) tarihli şahidesiyle açık bir türbe vardır. Nur Mehmed Emin Baba’nın gerçek şahsiyeti hakkında elde bir bilgi mevcut değildir.


RUMELİ YAKASI

8. Rumeli Hisarı Şehitlik veya Nafi Baba tekkesi:

Hadikatu’l Cevamî’de bu tekkeden şöyle bahsedilir:
« Ve zirve-i cebelde şehitlik adlı mahalde bir Bektaşi tekyesi var idi. 1241 (1826) senesinde raviyedar (postnişin) olan Mahmud Baba Birgi nâm belde’ye iclâ (sürülme-zorunlu ikamet) olunduğu sırada, tekke de yıktırıldı. » (Hadika, 2/126)
Dergah, 1199 / 1784 tarihli tekkelere ilişkin mecmuada da yer almakta ve ********* ***********************   FOTOKOPİ ÇIKMAMIŞ  **************************** **************
Rumeli Hisarı, Zincirlikuyu – Bebek Caddesi, Nafi Baba Sokağı, 39. Ada 1,2,16,17 parselde yer alan dergah, daha sonra tekrar canlandırılıyor. Mecmua-i Tekaya’da, dergah şehitler Nakşibendi Tekkesi olarak geçmekte ve tekke şeyhi olarak Nafi Baba’nın adı yer almaktadır.
Her ne kadar Hadika’nın kaydında şehitlik tekkesindeki Mahmut Baba’nın Birgi’ye sürgün edildiği yer alıyorsa da diğer kaynaklarda Mahmud Baba’nın 7 dervişi ile Kayseri’ye sürüldüğü kaydedilmektedir. (Üss-ü Zafer, Shf.111-112;Bektaşi Sırrı, 2/65, Birge, 77.)

9. Durmuş Dede Dergahı:

Bebek ile Rumeli Hisarı arasında Kayalar Mescidi’nin Rumeli Hisarı tarafında yer alan bu dergahtan eser kalmamıştır. Tekkeyi Bektaşi Dergahları arasında sayan F. W. Hasluck dergahın önceden Bektaşi olduğunu söylemektedir.
« Rumelihisar. Durmish Dede, a sailors’ saint who diet in the reign of Ahmed I, was buried on the point of Rumelihisar [2]. This Tekke is now in the hands of the Khalveti.
«Rumelihisarı, Durmuş Dede; I. Sultan Ahmed’in saltanatı döneminde vefat etmiş olup Hisar burnunda gömülen bir gemici azizi olan Durmuş Dede’nin tekkesidir[3]
durmuş Dede dergahı Hadikatu’l Cevamî’de şöyle yer alır;
« Ve kale-i mezbure (Rumelihisarı) yakınında Kayalar Mezaristanı nihayetinde vaki Durmuş Dede tekkesi derya sahilinde ziyaretgâhtır. Mecazibden olup, Akkirman adlı beldede sakin iken bir gün gemilerin biriyle İstanbul’a gelip bu zaviyeden hemşehrilerinden  Ali Baba adlı bir zat zaviyedar olmakta bu da yanında iskan etmişti. Gelip geçen gemilerden bunu bilen bazıları hediyeler vb. zahireler vermekle  hayır dua talep etmeleriyle gemicilere bu adet olarak şu ana kadar nezurat eksik değildir.
Mumaileyhin İstanbul’a gelmesi I. Sultan Ahmed devrinde olup, rihleti (bu Dünyadan göçü) de yine aynı padişah zamanında 1025 tarihinde vaki olmuştur. Zaviyenin haricinde defnedilmekle sonra muhiplerinden bir kimse üzerine ahşap bir türbe bina etmiştir. Türbe duvarında şu beyitler yazılıdır:
            Hak-ı pa-yı evliya yüzünü sürmüş Dede                                                                              Bu hisarın kutbu olmuş Hazret-i Durmuş Dede
Bu zaviye hala bu zatın ismiyle halk arasında meşhurdur. Lakin, banisi Hasan Zarifi Efendi’dir. Zarifi Efendi, İbrahim Gülşeni halifelerinden imiş. Bu mısra vefatına tarih denilmiştir.
            Zarifi’nin deriğa gitti Ruhu, 977  »                                                     (Hadikatu’l Cevamî’, Cilt. 2, Shf. 125 – 126 )
Bu zaviyenin Bektaşi olduğuna dair, Hassluck’un eseri dışında bilgi veren herhangi bir kaynak mevcut değil, Hassluck’un da sadece Evliya Çelebi’nin bir kaydına dayandığı görülmektedir. Önce gülşeni olan dergah, halveti – Şabani dergahı olmuştur. Dergahta her hangi bir Bektaşi şeyhinin varlığı da bilinmemektedir.

10. Istıranca Dergahı:

Yada Ağlamış Baba tekkesi, Belgrad ormanları yolu üzerinde, Ekrem Işın’a göre beyaz badanalı Ağlamış Baba Türbesi hala mevcut. Yeniçerilerin ortadan kaldırılışı sırasında en büyük yeniçeri kıyımı bu dergah civarında yapılmış. (Bkz Hassluck, F. W. Christianity and Islam undr the Sultans, Vol. II, pp.518; Cem Dergisi, 62; Ocak, 1997., Enver Bennan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, 1964, 324)

11. Kara Mustafa Paşa Tekke ve Mescidi:

Sa-dabad civarı. Sadrazam Kara Mustafa Paşa tarafından yaptırılan tekke ve mescid[4], yeniçerilerin 71. Ortasına şart olarak (şart-ı vakıf) verilmiştir. Orada ikamet eden bir odabaşısı, tekke ve mescidde bulunan bakır vs. kaplara nezaret edermiş. Minaresiz olan bu tekke – mescidde bulunan bakır kaplar, Sa-dabada gezintiye gidenler tarafından başka yere götürülmek şartıyla yemek vs. pişirmek için kiralanırmış. (Bkz. Hadika, 1/301, Mirat-ı İstanbul,574). Bu tekke – mescitle ilgili başkaca bir bilgiye rastlanılmamıştır.

12. Karaağaç Bektaşi Tekkesi:

Bu dergahın tarihinin II. Bayezid dönemine kadar gittiği söylenmektedir. İstanbul’daki en önemli Bektaşi tekkelerindendir. Bu dergahla ilgili olarak Hadikatu’l Cevamî kitabında şu ifadeler yer alır:
« Karaağaç camiine yakın Bektaşi tekkesinin yerinde Sultan III. Mustafa Han devrinin sonlarında fukaradan bir kimse bir kulübe ihdas etmişti. Mûrur-u zamanla bir büyük tekke olmuşken 1241 / 1826 yılında Bektaşi’lerin ref’inde (kaldırılışında) bu tekke de yıktırılıp bahçe olarak bir kimseye miri arzi meyanında verildi. Ve şeyhi olan Vekil Baba ki, Arnavut cinsinden idi sair müridleri ile birlikte Aydın canibine nefyolundular. Ve cümle Bektaşi zaviyelerinin hedmi (yıktırılması) için Rumeli tarafına sabık mirahur Hacı Ali Bey ile dersiammlardan Uzun Ali Efendi ve Anadolu canibine eski cebeci başı Ali Ağa ile Çerkeşi Mehmet Efendi tayin olunarak 1241 senesi seferi ortalarında azm-ı memuriyet oldular ». (Hadika, 1/303)
Üss-ü Zafer’e göre Karaağaç tekkesinde Hacı Bektaş vekili denilen İbrahim Baba 8 müridi ile Birgü’ye, yine Karaağaç tekkesinde misafir baba olan Yusuf Baba Amasya’ya ve yine aynı tekkede misafir Ayntabi Mustafa Baba’da Güzel Hisar’a sürgün edilmiş. (Shf. 212)
1784’teki Tekaya kayıtlarında da eski olarak gözükmesine karşın Evliya Çelebi Seyahatnamesinde de zikredilir (Seyahatname, c.1, Shf. 81). 1826’da yıkılan tekkeler arasında yer alan Karaağaç Bektaşi tekkesi, 1870 yılında Hasib Baba Tarafından yeniden ihya edilir. Bu yüzden dergah ikinci banisinin, Hasib Baba’nın adıyla anılır. 1307/1890 tarihli mecmua-i tekayada dergah, II. Mahmud’un fermanının geçerliliği dolayısıyla sureta nakşî dergahları arasında zikredilir ve dergah şeyhi olarak Hasib Efendi’nin adı verilir. Daha sonraki kayıtlarda ise dergâh şeyhi olarak Hüseyin Zeki Baba’nın adı geçer. (A. Rıfkı, Bektaşi Sırrı, c.2/124; Hassluck, 2/517)
Tekkede 1826’dan önce vefat eden Azbi Baba’nın Hüseyin Zeki Baba ve diğer bir çok Bektaşi baba ve müntesîbinin mezarı mevcuttu. Cumhuriyet döneminin başlarında Hasib Baba’nın ihya ettiği dergah harap olur. Dergahın mezarlığı ise 1996 yılına kadar mevcut olmasına karşın bu tarihte belediye tarafından arsası satılarak tamamen ortadan kaldırılır.

13. Sütlüce, Münir Baba veya Bademli Bektaşi Tekkesi:

Bu tekke ilkin Şeyhülislam Damadzâde Feyzullah Efendi tarafından inşa ettirilmiştir. Yine Şeyhülislam Damadzâde Ebu-l Hayr Ahmed efendi (vefatı 1154/1741) nin oğludur. 1112/1701 tarihinde doğmuş olup 1168/1762 yılında ma’zulen Sütlüce’deki yalısında vefat etmiş olup, kendi yaptırdığı tekkesinde defnedilmiştir (Bkz. Devhatu’l Meşayih, shf.99). nakşibendiliğin müceddiye bir koluna ait bir zaviye olarak yaptırılan tekke, (Şeyhülislam Feyzullah Efendi ile Babası Ebu’l Hayr Efendi, her iki Şeyhülislam da nakşibendiyenin müceddiye şeyhlerinden olup İstanbul’da vefat eden, ünlü Keşmirli Şeyh Murad Efendiye bağlıdırlar. Eyup nişancılar semtinde bir medrese yaptıran Ebu’l Hayr Ahmed Efendi Şeyh Murad Efendi’yi 1132/1720 de vefat edince bu medreseye gömdürterek medreseyi nakşibendi dergahına çevirmiştir.) sonradan Şeyhül İslam’ın torunuAnadolu Payeli Arif Efendi tarafından Bektaşi babası Mustafa Baba’ya verilmiştir. Bu olay Hadikatu’l Cevamî’de şöyle anlatılır:
“Zaviye-i mezbureyî (adı geçen zaviye) Anadolu Payeli hafidleri (torunları) Arif Efendi Bektaşiyyeden bir herife vermekle 1241 zilhiccesinde (1826) nefyolunan (sürgüne gönderilen Bektaşiler ile bu herif dahi nefyolunup, tekke dahi hedmolunmuştur. Ve hafid-i mezbur (adı geçen torun) dahi su-i amel sebebiyle Güzelhisara nefy ve iclâ kılınmıştır”. (Hadika, c.1, shf.305)
Hadika’daki anlatıma göre  Şeyhülislam tarafından yaptırılan dergah torunu tarafından bir Bektaşi babasına verilmiş, ancak 1826 da bu dergah da diğer Bektaşi dergahları meyanında yıktırılmış ve aynı baba sürgüne gönderilmiş ve dergahı bu babaya veren şeyhülislamın torunu da (kendisi de Anadolu payeli kadı imiş) bu fiilinden dolayı cezalandırılarak o da Güzelhisara sürgün edilmiş.
Osmanlı dönemi kaynaklarına göre sürgüne gönderilen bu babanın adı, Mustafa Baba’dır. Üss-ü Zafer, Mustafa Baba’nın birgiye sürülmesinden söz ederken Tarih-i Lütfi bu babanın Güzelhisara sürüldüğünü kaydeder. (Üss-ü Zafer, shf.212, Tarih-i Lütfi, c.2)
1826’da yıktırılan Sütlüce – Bademli Bektaşi dergahının daha sonra ne zaman tekrar ihya edildiği bilinmemekle birlikte Münir Baba tarafından ihya edildiği tahmin edilmektedir. 1307/1890’da yayınlanan Bandırmalızade Ahmed Münib Efendinin “Mecmua-i Tekaya”sında Bademli Nakşi dergahı olarak yer alır. Dergah şeyhi olarak ta Münir Baba’nınadı kaydedilir. A. Rıfkı’nın 1328/1912 tarihinde yayınlanan “Bektaşi Sırrı”nda da Münir Baba dergah Şeyhi olarak gösterilir (shf.124). bazı kayıtlarda da dergah Münir Baba[5] Dergahı olarak geçmektedir. Münir Baba, birçok halifesi ve müntesibi olan bir şeyhtir. Bunlar arasında Bektaşi şairlerinden Mehmed Çinari (Ö. 1901), İbrahim Baba ve 1338/1920 de vefat eden Kırımlı Mihrabi’dir.Münir Baba’nın mürşidi olan Rumelili Matlubi’de ünlü bir Bektaşi şairidir. Ölüm tarihi, S. Nuzhet Ergun’a göre 1318/1900 dir. Ünlü şair Neyzen Tevfik’te bir ara Münir Baba’ya intisap etmiştir. Yanısıra Münir Baba, Karagümrükteki Cerrahi Asitanesi şeyhi Abdülaziz Efendiden arakıye giyip, teberrüken cerrahi icazeti de almış (Bkz. Ekrem Işın, Cem Dergisi, 62, Ocak, ’97).

14. Karyağdı Baba ve Hafız Baba  Dergahı:

Tekke, Eyüp sırtlarında, İdris köşkü mevkiinde (Piyer Loti’ye yakın) Karyağdı sokağı ile Ballı Baba (eski adı Balî Baba) birleştiği yerde olup etrafı duvarlarla çevrilmiştir.
Karyağdı Baba tekkesinin Horasan erenlerinden olup İstanbulun fethinde bulunduğu rivayet edilen Karyağdı Baba lakaplı Es-seyid Mehmed Ali Baba’dır. (Hadikatu’l Cevamî’1/264;M. Mermi Haskan, Eyüp Tarihi, 1/28).
Karyağdı Baba’nın kabri tekke haziresinde olup, etrafı parmaklıklı ve baş tarafındaki şahide elifi sikkeli, kalın ve silindiriktir. Kitabesi Şudur:
Kutbü’l-ârifîn Gavusu’l Vasılîn                                                                               Hazreti Karyağdı Es-Seyid Muhammed                                                                 Ali Kuddise Sirruhu
Kitabede tarih rakkamı yazılmamıştır.
Şeyh Es-Seyyid Mehmed Ali’ye Karyağdı Baba denmesinin nedeni menkıbesine göre, çok sıcak bir yaz mevsiminde Ali Baba’dan bir keramet arzu etmişler. O’da yaz mevsiminde kar yağdırmış. O andan itibaren “Karyağdırdı Baba” diye anılmış ve bu da sonradan “Karyağdı Baba”ya dönüşmüş. Bu menkıbeler dışında, Karyağdı Baba lakaplı Es-Seyid Mehmed Ali Baba’nın tarihi kişiliği ve vefat tarihi hakkında elimizde herhangi bir bilgi mevcut değildir. Bu tekke, 1199/1784 tarihli, tekke ve zaviyelerle ilgili defterde “İdris Köşkü civarında Karyağdı Baba Tekkesi” şeklinde yer almaktadır (Vakıflar Dergisi,  No:13, 1981, shf.587).
Karyağdı Baba tekkesi, Hadikatu’l Cevamî’de şöyle anlatılmaktadır
«Zaviye, Karyağdı Ali Baba tekyesi diye maruftur. Halen şeyhi a’rec (topal) Mustafa Dede’dir ki pederi dahi bu tekyede şeyh olup ismi Abdi, bu dahi a’rec (topal) idi. Ve diğer oğlu da a’rec dir.» (Hadika, c.1, shf.264)
Hadika’da adı geçen A’rec Abdi Efendinin mezarı halen mevcutolup, şahidesi elifi taclıdır. Üzerindeki tarihsiz kitabe şudur:
« Hazreti Şeyh Safi Sülâle tahiresinden Es-Seyyid                                                 Mehmed (Muhammed) Abdi Baba »
Kitabede adı geçen Şeyh Safi’nin hangi Şeyh Safi olduğu tespit edilememektedir. Zira Bektaşilik tarihinde 5-6 civarında Şeyh Safi isimli kimse mevcuttur. Bu durumda adı geçen şeyh Safi’nin Safevi ailesinin kurucusu ve Şah İsmail’in büyük dedesi Şeyh Safiyuddin-i Erdebili (vefatı 735/1334)olduğunu söylemek güçtür.
Karyağdı Baba tekkesinin 1826’ya kadar bilinen diğer şeyhleri şunlardır:
1-      1277/1812 de vefat eden Süleyman Baba. Mezar şahidesi Bektaşi sikkelidir.
2-      1232/1817 de vefat eden Musa Baba. Bunun da mezar şahidesi Bektaşi sikkeli olup kitabesi şudur.
Müsa bak kim ol Bende-i âl-i abâ                                                                 Tariyka hizmeteyleyüp olmuş idipür-safa
Nice yıllar kılınmıştır bu tariykin zikrine                                                      Heman mahrum etmeye Hazret-i Mustafa
Bu dergaha geldi ol buldu şeref                                                                   Kutbu alem Hacı Bektaş-ı velide buldu nur-u ziya
Musa Baba’nın ruh-u revanı şâd ola                                                                                                                       1232
3-      Mustafa Baba, 1241/1826’daki hadiselerde dergah postneşi olup Birgi’ye sürgün edilmiştir.
Bu dergah, 1826 yılında diğer Bektaşi tekkeleri meyanındayıktırılır ve Dergah Şeyhi olan Mustafa Baba, üç müridiyle beraber Birgiye sürgün edilir. Dergah daha sonra Sultan Abdülmecid zamanında Nakşibendi dergahı adıyla yine açılmış olup gizlice Bektaşi ayinleri yeniden yapıla gelmiştir.
Yasaklı dönemden sonra Karyağdı Baba tekkesini tekrar ihya eden Mehmed Necip Baba’dır. Aslen Karamürsel’li olduğu taahmin edilen M. Neci Baba’nın vefat tarihi 1291/1874 yılı olup Bektaşi taçlı şahidesiyle mezarı tekke haziresindedir. M. Necip Baba’dan sonra yerine oğlu “İhlasi” lakaplı Mehmed Baba bir müddet dergah postneşliği yapmıştır. S. Nüzhet Ergun’a göre 1315/1897 de vefat etmiş olup dergah haziresinde gömüşmüştür (S. Nüzhet, Bektaşi Şairleri, 1930, 186-187).
İhlas Baba’dan sonra yerine, hafız baba lakaplı Salih Baba geçmiştir. İstanbullu olan Hafız Salih Baba medrese tahsili yapmış olup Eyüp’te İdris Köşkü yakınlarında bulunan Zeynep Hatun Camiinde imamlık yapmıştır (Zeynep Hatun, 927/1520 ‘de vefat eden ünlü İdris-i Bitlis-î’nin eşidir. İdris-i Bitlis-î, kürt ulemasından olup önce Akkoyunluların hizmetine girmiş, bilahare Şah İsmail’e karşı çıkarak Sultan II Bayezid’in yanına gelmiştir. Yavuz sultan selim döneminde 25 Kürd aşiret beyinden 24’ünün safevilere karşı Osmanlıya bağlanmalarını sağlamıştır. Mezarı Eyüp’teki Eşi Zeynep Hatun Camiinin hazinesindedir. Heşt Behişt adlı Farsça ünlü Osmanlı tarihinin de yazarıdır). Hatta hafız Salih Baba bu camiinde imamlığı başında Bektaşi fahri ile yaptığından Şeyhülislam’a şikayet edilmiş. Şeyhülislam da cevaben « İyi ya daha ne istiyorsunuz? O adam, “Bektaşiler namaz kılmaz” diye şayi olan rivayetin asılsızlığını ibat ediyor.» demiş (Saadettin Nüzhet, Bektaşi Şairleri, 1930, 129). 1307/1890 tarihli Mecmua-i Tekaya’da da dergah şeyhi olarak Salih Baba gösterilmektedir. 1332/1913 te vefat eden Hafız Mehmed Salih Baba’nın mezarı tekke haziresinde olup Bektaşi sikkelidir. 1328 tarihli “Bektaşi Sırrı’nın 2. Cildinde de Hafız Baba, dergahın mevcut postneşini olarak kaydedilmektedir (shf. 124).
Karyağdı Baba dergahının son postneşini olan Yaşar Baba Üsküdar Nur Baba tekkesi şeyhi Ali Nutki Baba’dan nasip almış olup, 1934’te ölmüştür.
Bu gün bu tekke binasının bir bölümü yanmış olup diğer bir bölümü de yıkılmıştır. Semahanenin sadece üç duvarı ve ocağı kalmıştır. Yanında da tek katlı ahşap bir ev mevcuttur.

15. Topkapı, Şeyh (Büyük) Abdullah Efendi Tekkesi:

Topkapı Sur dışı, Maltepe Mahallesi, Fazlı Paşa Caddesi, El-Hacc Abdullah Efendi vakfına Bağlı Bektaşi dergahı 1338/1920 tarihli vakfiyesine göre “iki bab dükkan, on oda, iki sofa ve bir matbahı meştemil bir babane” den ibaretmiş. Bu gün yerinde General  Elektrik (ampul) fabrikası vardır. Dergah müştemilatından eser kalmamıştır.

16.Emin Baba veya Valide Sultan Tekkesi:

Edirnekapı Sur dışı, Fethi Çelebi Mahallesi 113 ada, 3. Parsel, Abdülazizin annesi Pertevniyal Valide Sultan Vakfına bağlı.
Dergah, 1284/1867 yılında Pertevniyal Valide Sultan tarafından Bektaşi Emin Baba için yapılmış (ölümü 1304/1886). Emin Baba’dan sonra yerine Mahmud Baba postneşin olur (vefatı 1306/1888)
“Bektaşi Sırrı” kitabında Emin Baba tekkesi ile ilgili şöyle bir kayıt yer almaktadır:
«Eğrikapı haricinde Emin Baba Dergahı namıyla vaktiyle bir Bektaşi dergahı varmış. Fakat sonraları tariyk-i Nakşibendiyyeye-i Halidiyye’den bir zata verilmiş olduğundan şimdiki halde Nakşi dergahıdır (A. Rıfkı, Bektaşi Sırrı, c.2, shf. 125).
Bu kayda göre Mahmud Baba’dan sonra dergahın Nakşii’lere verildiği tahmin edilmektedir. 1307/1890 tarihli Mecmua-i Tekaya’da dergah şeyhi olarak “Halim Efendi” adı geçmektedir.ancak Halim Efendi’nin Nakşii mi, Bektaşi mi olduğunu tepit edememekteyiz. Yalnız Eyüp sırtlarındaki mezarlıkta Seyyid Halilurrahman adlı, Emin Baba dergahının postneşini olduğu söylenen bir nakşii şeyhinin 1312/1894 tarihli bir mezarı bulunmaktadır. Uzun süre harap ve yıkıkvaziyette kalan tekke, bu yıl (’97)içinde tamir edilerek, ihya olmuştur.

17. Kazlıçeşme Eryek Baba Tekkesi:

Yedikule karşısında, Kazlıçeşme Zakirbaşı sokakta, Perişan Baba dergahı olarak ta bilinir. İlk kuruluşu 1239/1823 te vefat eden Bektaşi tarikatından Şem’i Ebubekir Ağa olup ilk postneşini 1214/1799-1800 de ölen Es-Seyyid Mehmed Baba’dır. 1826’da yıktırılan dergah, daha sonra yeniden işkodralı Arnavut Perişan Mehmed Baba tarafından ihya edilir (vefatı 1283/1875). Dergahın son postneşini, 1339/1921 de vefat eden Şeyh (Küçük) Abdullah Efendi’dir.

18. Ciğerci Baba Tekkesi:

Fatih’te Suriçi Mevlanakapı ile Topkapı arasında Ciğerci Baba Türbesi. Tekkeden günümüze sadece türbesi gelebilmiştir. 1826’da yıktırılmış olduğu ve ondan sonra tekrar ihya edilmeyip, sadece Ciğerci Baba Türbesinin kaldığı sanılmaktadır.

19. Erdi Baba Tekkesi, Fatih:

Davutpaşa mahallesi, Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi, 1159 ada, 5 parsel ve 1816 ada, 22 parsel dahil. Bu dergah, Erdik Baba Ördek Baba, Erdek Baba, Örük Baba adlarıyla anılmaktadır[6]. Dergahın kurucusunun Şeyh Zeynelabidin olduğu 1199/1784 tarihli Mecmua-i Tekaya defterinde dergahın adı “ Davutpaşa’da Örük Baba Tekyesi” olarak geçmekte ve tekke şeyhinin Zeynelabidin Efendi olduğu belirtilmektedir (Vakıflar Dergisi, 13,1981,shf.586). bu kayda göre adı geçen Zeynelabidin Efendi, o tarihte (1784) henüz hayattadır. Erdi veya Erdik Baba’nın kimliği konusunda ise hiçbir bilgi edinilememiştir. Önceleri Bektaşi tekkesi olduğu kaydedilen sontadan Nakşii en sonunda da Kadiri olmuştur. Nitekim 1307/1890 tarihli Mecmua-i Tekaya’da Kadiri olup şeyhinin Agah Efendi olduğu kaydedilmektedir. Yine başka bir kayıtta dergah postneşini olarak Sun’ullah Gaybi’nin adı yer almaktadır (İbrahim Hakkı Konyalı Kütüphanesi, no 37-38, kaside-i devriyye). Yassı tuğla ve kesme taştan ve kubbeli olan dergah binası halen ayaktadır.

20. Mürüvvet Baba Tekkesi:

Üsküdar Kasım Ağa Mahallesi veya sokağı. Gerek Üss-ü Zafer’de gerekse Tarih-i Lütfi’de 1826’da çeşitli yerlere sürgün edilen Bektaşi Babaları sıralanırken, Üsküdar Kasım Ağa mahallesinden Mustafa Baba’nın Tireye sürüldüğü yazılıdır. Üss-ü Zafer’de ise                    « Üsküdar’da  Kasım Ağa Mahallesindeki Mürüvvet Baba Tekyesindeki Mustafa Baba Tire’ye ... » diye bir kayıt yer almakta, aynı kayıt, J. Kingssey Birge tarafından da alıntılanmış. (Es’ad Efendi, Üss-ü Zafer, 1243, 212; J. Kingsley Birge, 1937.77).
Üsküdar’da bu gün de Kasım Ağa sokağı vardır. Eski kayıtlara göre burada bir de çeşme varmış. Ancak aynı yerde Mürrüvet Baba adıyla bir tekkenin var olup olmadığını tespit edemedik. Ayrıca bu mürrüvet Baba Dergahının adları zikredilen Üsküdardaki Bektaşi dergahlarından birinin diğer biir ismi mi olduğu yoksa başka bir dergah mı olduğu belirlenememiştir.

21.Bandırmalı İnadiye Tekke ve Mescidi:

Üsküdar’da İnadiye semtinde, Menzilhane yokuşu başında, bu günkü Zeynep Kamil Hastanesinin yanında olan bu dergah, Hadikatu’l Cevamî’ye göre 1145/1732 tarihinde celveti şeyhlerinden Bandırmalı Şeyh Yusuf Nizameddin Celveti nin evi iken Sadrazam Hekimoğlu Ali Paşa tarafından bu ev yeniden büyükçe bir zaviye olarak inşa edilir. Selamhanesine minmer de  konularak aynı zamanda camii olarak da kullanılmıştır. Camiinin inşa kitabesinin tarih beyitleri şudur.
            Du kes ez yek dehan âyet Bèguyyed Bahriya Tarih                                                            Makam-ı Celvetiyi Eyledi İhya Ali Paşa                                                                                                                                            1145/1732
Bu dergah aslında bir celveti dergahıdır. (Celvetiyye; Bayramiyye tarikatı (Hacı Bayram-ı Veli) nin bir koludur. Şeyh Muhyiddin Üftade aracılığıyla (ölümü 988/1580) ünlü Aziz Mahmud Hüdai’dir. (950/1545 – 1038/1629) Aziz Mahmud Hüdai’nin tekkesi (Asitane) ve kabri Üsküdar sırtlarındadır.
Tekkenin adına yaptırıldığı Şeyh Yusuf Nizameddin Efendi, evi tekkeye dönüştürüldükten sonra burada 20 yıl şeyhlik yapmış olup 1166/1752 de vefat etmiştir. Tekke, zamanla harab olmakla Şehla Ahmed Paşa tarafından 1169/1756 yılında tekrar ihya edilmiştir. Bu yeniden ihya için şu tarih söylenmiştir.
            Tab’a mülhemdir Bu tarih ey Nafiz                                                                                     Hankâh-ı Dilküşa-yı Evliya                                                                                                                                                     1169/1756
Tekke çeşitli zamanlarda tamir görmüştür. Tekke ve cami yanındaki türbeler ise Ahmed Kamil Paşa tarafından yaptırılmıştır. (Bkz. Hadika 2/210).
Yusuf Nizameddin Efendi ölünce yerine ortanca oğlu Mustafa Haşim Efendi geçer (doğumu 1130/1718). Önceleri sadece celveti tarikatı üzere tarikatı sürdüren M. Haşim Baba bir ara melamiliğe de meyleder. Sonra Mısır’a gider. Mısır’da bulunduğu sırada Bektaşiliğe de meylederek Kahire’deki Kasru’l-Ayn **************** Bektaşi dergahı şeyhi Hasan Babaa’dan Bektaşilik icazeti de alır. Böylece birkaç tarikata intisab eden Mustafa Haşim Baba, babasının postunda 30 yıl dergah şeyhliği yapar. Haşim Baba, inadiye dergahında hem Celveti hen de Bektaşi yolunu birlikte sürdürür. Böylece dergah, çifte tarikatın tekkesi haline gelir. Ancak Celvetilik her zaman ön planda kalır (Bkz: H. Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdayi ve Celvetiye Tarikatı, İstanbul, 1982. Shf. 242-245,277).
M. Haşim Baba’ya Mısır’da iken Bektaşi icazeti veren Kasru’l-Ayn dergahı postnişini Hasan Baba, daha sonra İstanbul’a gelerek Haşim Baba’nın İnadiye tekkesinde 1170/1756 yılında vefat etmiştir. Alışılmadık bir Bektaşi tacıyla mezar taşında şunlar yazılıdır:
            Mısır’da Baba Kaygusuz Dergahında Kasr-ı Ayn                                                               Şeyhi Kutbu’l-Vera Hasan Baba Sene 1170
Kasru’l-Ayn dergahı, Kahire’de Nil Nehri kenarında, Kaygusuz Abdal (Alaaddin Gaybi) tarafından kurulmuş, Bektaşi dergahıdır. Dergah, 1249/1833 tarihine kadar faaliyetini sürdürür. Bu tarihte İstanbul’daki Bektaşi Tekkelşeri gibi, Bektaşilerin elinden alınmış, ancak daha sonra mısır hidivi İsmail Paşa Bektaşiliğin Mısırda tekrar canlandırılmasına yardımcı olup, El-Mukattam dağı eteklerinde yeni bir Bektaşi dergahı inşa ettirmiştir. El-Mukattam’daki Bektaşi dergahı, Mısır hidivlerinin (daha sonra Kral) himayesiylevarlığını sürdürmüş, son postneşini ise, 1959’da vefat eden Ahmed Sırrı Baba’dır. Bu tarihte bu kadar fiilen faaliyaetini sürdüren Mısır-Kahire’deki bu son Bektaşi dergahı, 1964’te Mısır diktatörü Abdünnkasır tarafından yıktırılarak yeri spor tesisleri haline getirilir. (bkz. Hassluck, oppcit, 515-516; Fuad Köprülü, Mısır’da Bektaşilik, Türkiyat Mecmuası, c.VI, İst., 1939, shf. 13-32; S. Münir Yurdatap, Mısırda Son Bektaşi Şeyhi ve Müritleri Arasında,Tarih Dünyası Dergisi, c. 2, s. 12, Ehim 1950.)
Celvetiliği ve Bektaşiliği birarada yürüten Mustafa Haşim Baba’nın tarikatına sonradan, Celvetiyye’nin Haşimiyye kolu adı verilmiştir (H. Kamil Yılmaz, A.g.e. . 242). Mustafa Hjaşim Baba 1197/1783 yılında vefat eder. Cenazesi namazı lıldırılmak üzere Aziz Mahmud Hüdayi celveti asitânesine getirildiğinde, Pir makamı şeyhi büyük Rûşen efendi cenazeyi içeri sokturmaz. Hatta kapıyı bile açtırmaz[7]. Bunun üzerine cenaze, asitâne (Pir dergahı)nin alt tarafındaki yolda bulunan musalla üzerinde kılınarak inadiye dergahına gömülür. Mustafa  Haşim Baba, çoğu Arapça olmak üzere bir çok eser telif eder. Bu eserlerden 12’sinin Süleymaniye kütüphanesinde nüshaları mevcuttur. Bunların en başlıcası Hacı Bektaş-ı Veli’nin makâlatına yazdığı şerhtir. İnadiye dergahının Celvetiyye – Haşimiyye silsilesi şu şekilde tespit edilmiştir.
1.      Bandırma’lı Şeyh Seyyid Yusuf Nizameddin Efendi, Vef: 1166/1752.
2.      Yusuf Nizameddin Oğlu Seyyid Mustafa Haşim Efendi, Vef:1197/1783.
3.      Şeyh Seyyid Mehmled Galib Efendi, Haşim Efendi Torunu, Vef:1247/1832.
4.      Şeyh Seyyid Abdürrahim Selamet Efendi Seyyid M. Galiboğlu, Vef: 1266/1850.
5.      Seyyid Mehmed Fahreddin, Abdürrahim Selametoğlu, Vef, 1311/1839.
6.      M. Galib Efendi Abdürrahim Selamet’in  oğlu, Vef:1330/1912.

(Zakir Şükrü Efendi, Mecmua-i Tekâya; Freiburg – İstanbul, 1980, shf.21, 75)
1307/1890 da yayınlanan Ecmua-i Tekâya’yı hazırlayan Bandırmalı zade Es-Seyyid Ahmet Münib Efendi de, dergahın kurucusu Bandırmalı Seyyıd Yusuf Nizameddin Efendi’nin soyundan olup, Mecmuasında inadiye dergahını Celveti dergahı olarak göstermektedir. O tarihte (1890) dergah şeyhi olarak ta Fahreddin Efendi’nin (5. Sırada) ismi yer almaktadır. Dergahın son şeyhinin Bektaşi Babası olup, 1967’de ölen Yusuf Fahir Baba (Ataer)  olduğu söylenmektedir (Ekrem Işın, Cem Dergisi, 62. Ocak, S. 56). Ancak, inadiye dergahının son şeyhi olduğu söylenen Yusuf Fahir Baba, Tarih Dünyası Dergisinin 1951 tarih ve 27 ve 28. Sayılarında yer alan Bektaşiliğin Sırları ve Bektaşilik başlıklı yazılarında ciddi çelişkiler ortaya koymuş, kitabî bilgiler yerine kulaktan dolma şifaî cahilane bilgiler serdetmiş olduğu görülmektedir. Yusuf Fahir Baba, yazılarında bir çok dini ve tasavvufi kavramı yanlış kullanmış olup bir taraftan Bektaşi argümanlar yerine Şii görüşler serdetmiş, ancak aynı zamanda da Kur’an’ın gerçekliğini red eden görüşler ortaya koymuş. Eldeki Kur’an-ı Kerim’in gerçek Kur’an olmadığı gibi kabul edilemeyecek idialarda bulunmuştur. Bu konuda da çelişki sergileyen Yusuf Fahir Baba, ilk üç halife başta olmak üzere sahabelerin Kur’an ayetlerinin toplanmasında Ehl-i Beyt-i Resul’a ait olan ayetlerin (!)yazılmadığından bahsederken, bunu dipnotunda da red etmektedir. Kur’an-ı Kerim’in 30 cüz değil, aslında 32 cüz olduğunu iddia eden Y. Fahir Baba, 32 cüzlü 2 ayrı Kur’an nüshası görüldüğünü ancak bu fazla iki cüzün dil, belagat ve anlam bakımından da ucube olduğunu söylemektedir.
Bu yazılardan Yusuf Fahir Baba’nın son derece çelişkili görüğşlere sahip olup, bilgi bakımından oldukça yetersiz olduğu görülmektedir.
Dört meşruta odası olup, fevkani ve ahşap olan tekke – mescid,1942 yılında kısmen yanmış, iki mihrabı bulunan mabet (bu iki mihrap, tekkede iki tarikat postunun (celveti-Bektaşi ) bulunmasından mütevellid olabilir. En son 1958’de Zeynep Kamil Hastanesinin genişletilmesi sırasında yıktırılmış ve mezarlar nakledilmiş (Bkz. Edhem Ruhi Öneş, İstanbul Camileri – Kaybolmuş Camiler – shf.16, Basılmamış Çalışma).

22.Haşimî Osman Saçlı Emir Efendi Dergahı ve Camii:

Dergah, Kasımpaşa, Kulaksız’dadır. Dergahtan ilkin 1199/1784 tarihli tekke ve zaviyelerle ilgili mecmuada söz edilir. Mecmuadaki listede, Kasımpaşa civarındaki tekke ve zaviyeler sayılırken, “Kasımpaşa – Kulaksız da Seyyid Haşim Efendi Tekyesi” olarak yer almaktadır (Vakıflar Dergisi, XIII, S. 589).
Bayrami dergahı olarak kurulan bu tekkeden Hadikatu’l Cevamî’de şööyle söz edilir:
« Saçlı Emir Efendi Camii
Banisi, Es-Seyyid Osman Haşimî Sivasi’dir. Müderris iken tedrisi terk edip Bayramiyye tarikatından Gazanfer Efendi’den inâbe almıştır. Sonra hilafet alıp camii civarında bir tekke de bina edip vefatı 1003 zilhiccesinde vakî olmuştur. Cami-i şerif bitişiğinde kendine mahsus türbesinde medfundur. Ve meşihatı evladına şart eylemiştir (Şart-ı Vâkıf). Ve kendi vefatından sonra evlâdı Cafer efendi şeyh olmuştur. Bunların dahi vefatları, 1040 senesindedir. Pederi yanında medfundur. Bunun yerine ise oğlu Seyyid İbrahim Efendi postneşin olup bunlar dahi 1099 tarihinde vefat edip pederleri yanında medfundur. Ve bunun yerine hemşirezadesi Gazanfer Efendi şeyh olmuştur. Bunlar dahi 1112 tarihinde vefat edip pederleri yanında medfundur. (Hadika C.2, S.18)
Zakir Şükrî Efendi’nin Mecmua-i Tekaya’sında ise bu dergahta şeyh olan ilk beş kişinin adı şöyle sıralanır.
1.      Şeyh Seyyid Haşimi Osman Efendi, El-Sivasî, El-Bayramî SaçlıEmir Efendi Namıyla Meşhur. Vef. 11 Zilkâde 1003.
2.      Şeyh Haşimi Osman Efendi Oğlu Şeyh Seyyid Cafer Efendi. Vef. 1040.
3.      Şeyh Cafer Efendi Oğlu Şeyh Seyyid Tavil İbrahim Efendi. Vef. 1099.
4.      Şeyh Seyyid Gazanfer-i Sani, Şeyh İbrahim Tavil Efendi Oğlu. Vef. 1112. (yukarıda alıntıladığımız Hadika’nın kaydına göre Şeyh Gazanfer Efendi Şeyh İbrahim Tavil’in oğlu değil hemşirezadesidir.)
5.      Kerestecizade Şeyh Mehmed Ledûmi Efendi, El-Halveti, Karabaş Şeyh Ali Efendi Halifesi. Vef. 1120.

Bu listeye göre başlangıçta Bayramî olan bu tekke, sonradan Halveti olmuş, hem de aynı zamanda Şart-ı Vâkıf’ın hilafına (vakfiye şartlarına aykırı olarak ) , kurucu Şeyh Haşim Osman Efendi’nin soyundan olmayan biri (Kerestecizâde) şeyh olmuştur.
İlkin Bayrami olan dergah, sonradan Halveti ve en sonda da Kadiri tekkesi olmuştur. Ahmed Münib Efendi’nin 1307/1890 tarihli Mecmua-i Tekayasında da Haşimi Osman Efendi ve Emir Efendi adlarıyla Kasımpaşa’da Kulaksız mahallesinde Kadiri tekkesi olarak geçmekte, o dönemdeki şeyhin adı Hamdi  Efendi olarak kaydedilmektedir.
S. Nüzhe Ergun’un kaydına göre bu tekkenin son şeyhi bir Bektaşi Babası olan Münci Baba’dır. Bu kayda göre asıl adı Şeyh Mehmed Süreyya olan Münci Baba, tekkenin kurucusu ve ilk şeyhi Osman Efendi’nin soyundan olup tekkenin son şeyhidir. Münci Baba, Çamlıca Nur Baba tekkesi şeyhi Nuri Babaya bağlanıp Bektaşi olmuş, babalık icazetini ise Nuri Baba’nın oğlu Ali Nutki Baba’dan almıştır. 1942’de vefat etmiştir.
Münci Baba’nın “Bektaşilik ve Bektaşiler”, “Tarikat-ı Aliyye-i Bektaşiyye” adları altında iki kez basılan – ilk 1330/1914’te, ikincisi de 1338/1921’de olmak üzere – Bektaşiliği savunan ve açıklayan kitabı vardır. Dergah ve camii Kulaksız, Kadı Mehmed Mah. Yeniçeşme Cad., 1419 ada 52 sayılı parselde yer almaktadır. R. Ekrem Koçu’ya göre Kulaksız Camii yanıp ibadet dışı kalınca dergaha bir minare ilave edilip camii haline getirilmiştir. Tekke-camiin çatısı ahşap iken 1985’te beton haline getirilmiş, 1986’da türbe ve hazire onarım görmüştür. Bu onarımlar sırasında esas eski camii binası da mabede katılmıştır. Türbe dergahın kurucusu, Haşimi Osman Efendi ile ahfadının kabirleri vardır. Türbe kubbeli olmayıp çatılıdır. Türbenin karşısında hazire mevcuttur. Tekke-camii halen ibadete açıktır. (Bkz. Edhem Ruhi Öneş, İstanbul Camileri, Basılmamış araştırma çalışması, 1988)

1199/1784 Tarihli İstanbul’daki Tekke, Zaviye ve Hankahlarla belgede yer alan Tekkeler


Etraf-ı Haseki Sultan
1.      Davutpaşa’da Örük Baba Tekyesi Şeyhi Zeynel Abidin Efendi
Etraf-ı Haric-i Sûr
2.      İdrisköşkü (Eyüp) civarında Karyağdı Baba Tekyesi
Nefs-i Üsküdar ve Etraf-ı O ve sevahil_i Anadolu
3.      İnadiye ittisalinde Bandırmalızâde Haşim Efendi Tekyesi
4.      Öküz Limanında Yarımca Baba Tekyesi[8]
5.      Nerdibanlı Karyesinde (Merdivenköy) Gadni Dede Tekyesi (Şahkulu Sultan)
Etraf-ıKasımpaşa ve Galata ve Tophane ve Sevahil-i Rumeli
6.      Kasımpaşa’da Kulaksız’da Seyyid Haşimî Efendi Tekyesi
7.      Karaağaç’ta Bektaşi Ali Baba Zaviyesi
8.      Rumelihisarı’nda Durmuş Baba Tekyesi
9.      Rumelihisarı’nda Şehitlerde Ali Baba Tekyesi
(Atilla Çetin, İstanbul’daki Tekke, Zaviye ve Hankahlar Hakkında 1199/1784 Tarihli Önemli Bir Vesika, Vakıflar Dergisi, XIII, Ankara, 1981. Shf 583-590):
            Kuzguncuk İskelesi – Üsküdar İskelesi
20) Ve Öküz Limanı – 21) Bektaşi Dergahı

(Bostancıbaşı Defterleri, R. Ekrem Koçu, İstanbul Enstitüsü Mecmuası, Shf.89, Baha Matbaası, 1958, İstanbul)

Bandırmalızade Es-Seyyid Ahmed Münib Üsküdarî’nin 1307/1890 Tarihli Mecmua-i Tekaya’sında yer alan        TEKKE VE ZAVİYELER



Devran-ı Mukabele Günü, Cuma
1.      Bandırmalı Şeyh Yusuf Efendi veya Seyyid Haşim Baba Efendi Tekyesi – Üsküdar’da İnadiye Mahallesinde – Celveti, şeyhi: Fahreddin Efendi.
Devran-ı Mukabele Günü, Cumartesi
2.      Yarımca Baba veya Paşa Limanı Tekyesi – Üsküdar’da Paşa Limanı nam mahalde – Kadiri, şeyhi: Mehmed Efendi.
Devran-ı Mukabele Günü, Pazar
3.      Erdek Baba – Haseki’de Davut Paşa nâm mahalde – Kadiri, şeyhi: Âgâh Efendi.
Devran-ı Mukabele Günü,Çarşamba
4.      Durmuş Dede – Rumelihisarı’nda – Şa’banî (Halveti), şeyhi: Nuri Efendi (Bu dergah ilk kurulduğunda, gülşeni olup sonra şabani olmuştur).
Devran-ı Mukabele Günü, Perşembe
5.      Akbaba – Beykoz’da Akbaba Nâm mahalde – Nakşi[9], şeyhi: –––
6.      Bademli – Sütlüce’de – Nakşi, Şeyhi: Münir Efendi.
7.      Perişan Baba – Yedikule’de Kazlıçeşme’de – Nakşi, Şeyhi: Hasan Efendi (Baba).
8.      Şahkulu Sultan – Nerdeban Köyü’nde – Nakşi, şeyhi: Mehmed Ali Efendi.
9.      Şehitler – Rumelihisarı’nda – Nakşi, şeyhi: Nafi Efendi.
10.    Tahir Baba – Çamlıca-i Kebîr de – Nakşi, şeyhi, Nuri Efendi.
11.    Karaağaç – Karaağaç Nâm mahalde – Nakşi, şeyhi: Hasib Efendi.
12.    Karyağdı – Eyüp’te Karyağdı Nâm mahalde – Nakşi, şeyhi: Salih Efendi.
13.    Valide Sultan veya Emin Baba Tekyesi – Edirne Kapı Haricinde – Nakşi, şeyhi: Halim Efendi
14.    Haşimi Osman Efendi veya Emir Efendi – Kasımpaşa’da Kulaksız mahallesinde – Kadiri, şeyhi: Hamdi Efendi.

KAYNAKLAR

1.      Ahmed Cemaleddin, Çelebi, 1328. Bektaşi Sırrı Nâm Risaleye Müdafaa, (Bektaşi Sırrı’nın 3. Cildi olarak) Asır Kütüphanesi, İstanbul.
2.      Ahmed Münib Efendi, Bandırmalızade Es-Seyyid, 1307. Mecmua-i Tekaya, Âlem Matbaası, İstanbul.
3.      Ahmed Rıfad Efendi, 1293. Mir’atu’l-Mekasid Fi Def’i l-Mefasid, İbrahim Efendi Matbaası İstanbul.
4.      A. Rıfkı 1325-1328 Bektaşi Sırrı (1,2 ve 4. Ciltler, Bu serinin 3. Cildi A. Rıfkı’nın 1. Ve 2. Ciltlerindeki iddialara karşı Çelebi Ahmet Çemaleddin’in Reddiye olarak yazdığı, “Müdafaa”sıdır. 4. Cilt ise bu müdafaaya karşı A. Rıfkı’nın “Bektaşi Sırrının Müdafaasına Mukabele”sidir. A. Rıfkı, bu serinin 5. Cildini de hazırlamasına karşın baskıya girmemiştir). Asır Kütüphanesi, İstanbul.
5.      Ayvansarayi Hafız Hüseyin, 1281/1866. Hadikatu’l Cevamî, Matbaa-i Amire, İstanbul, 2 cilt.
6.      Birge John Kingsley, 1937. The Bektashi Order of Dervishes, Luzac a co. London. Reprint.1982 Hartfort Seminary Press. Hartfort, USA.
7.      Cem Dergileri, 1997. 62-63-67 ve 69. Sayılar, İstanbul.
8.      Çetin, Atilla, 1981, İstanbul’daki Tekke,Zaviye ve Hankahlar Hakkında 1199/1784 Tarihli Önemli Bir Vesika, Vakıflar Dergisi, Sayı 13 içinde Makale, Vakıflar Genel Müd. Yayınları Ankara.
9.       Es’ad Efendi, 1343. Üss-ü Zafer, İstanbul.
10.    Evliya Çelebi, 1314. Seyahatnâme, 1. Cilt, İstanbul.
11.    Fatih Camileri ve Diğer Tarihi Eserler, 1992. T.D.V. Fatih Müftülüğü, İstanbul.
12.    Gölpınarlı, Abdülbâki, 1992. (2. Baskı). Alevi-Bektaşi Nefesleri, İnkılâp Yayınevi, İstanbul.
13.    Haskan, Mehmed Mermi, 1993. Eyüp Tarihi, Turing Vakfı Yayınları, İstanbul, 2. Cilt.
14.    Hassluck F. W., 1973. (Firstly Published in 1929). Christianity and Islam Under Sultans, Octagon Books, New York. USA. Two Volumes.
15.    Koçu Reşat Ekrem, 1958. Bostancıbaşı Defterleri, İstanbul Enstitüsü Mecmuası İçinde, Shf. 39-90, Baha Matbaası, İstanbul.
16.    Konyalı, İbrahim Hakkı, Üsküdar Tarihi, Abideleri ve Kitabeleriyle, 1976-77. Türkiye Yeşilay Cemiyeti Yayınları, İki Cilt, İstanbul.
17.    Mehmed Ali Hilmi Dedebaba, Tarihsiz, Kaşifu’l-Esrar’a Reddiye, Süleymaniye (İzmirli İ. Hakkı) Kütüphanesi, No:1228’ de Kayıtlı yazma nüsha.
18.    Mehmed Fuad, Köprülü, 1939. Mısır’da Bektaşilik, Türkiyat Mecmuası içinde Sayı-Cilt VI. Shf. 13-31, İstanbul.
19.    Mehmed Raif, 1314. Mir’at-ı İstanbul, İstanbul.
20.    Münci Baba, 1338/1921. Tarikat-ı Aliyye-i Bektaşiyye, Kütüphane-i Sûdi, İstanbul. 1. Baskı “Bektaşilik ve Bektaşiler” adıyla, Şems Matbaası, İstanbul 1330/1914.
21.    Müstakimzade, Süleyman Saadettin, Devhatü’l-Meşayih, (Osmanlı Şeyhülislamların biyografileri), Tıpkılaşım İstanbul. 1978.
22.    Noyan, Doç. Dr. Bedri, 1987. Bektaşilik-Alevilik Nedir?, Genişletilmiş İkinci Basım, Ankara.
23.    Oytan, M. Tevfik, 1953-55. Bektaşiliğin İç Yüzü, Dibi, Köşesi, Yüzü ve Astarı Nedir?, C. 1 ve 2, 3. üncü Tab’ı İstanbul Maarif Kitaphanesi.
24.    Özdamar, Mustafa, 1994. Dersaadet Dergahları, Kandil Yayınları, İstanbul.
25.    Öztürk, Yaşar Nuri, 1992, Tarihi Boyunca Bektaşilik, Yeni Boyut Yayınları, İkinci baskı, İstanbul.
26.    Saadettin Nüzhet, 1930. Bektaşi Şairleri, Mf. V. İstanbul Devlet Matbaası.
27.    Samancıgil, Kemal, 1945. Bektaşilik Tarihi, Çemberlitaş Vezirhanı Emniyet Kütüphanesi, Tecelli Matbaası, İstanbul.
28.    Şapolyo, Enver Behnan, 1964. Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Türkiye Yayınevi, İstanbul.
29.    Tanışık, İbrahim Hilmi, 1943-1945. İstanbul Çeşmeleri.
30.    Tanman, Baha, 1997. Le Tekke Bektachi De Kazlıçeşme, Emplacement, Architecture Et Décoration; Anatolia Moderna – Yeni Anadolu VII. Pp.- 111-126
31.    Tarih Dünyası, Dergileri – Sayılar. 1 Ekim 1950-12, 1 Eylül 1951-24, 30 Ekim 1951-27, İstanbul.
32.    Ünver, Süheyl, 1996. İstanbul Risaleleri, 5. Cilt, İstanbul Büyükşehir Belediyesi – Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul.
33.    Yılmaz, H. Kamil, 1982. Aziz Mahmûd Hüdayi ve Celvetiyye Tarikatı, Erkam Yayınları, İstanbul.
34.    Vatin Nicolas - 2 arcone, Thierry, 1997. Le Tekke Bektachi De Kazlıçeşme – Étude Historique Et Épigraphique; Anatolia Moderna – Yeni Anadolu VII. Pp 79-109.
35.    Zâkir Şükrî Efendi, 1980. Mecmua-i Tekaya-Derun-ı İslambolda Hankahlar, Freiburg.


[1] “Tophanelioğlu Meydan Çeşmesi”
Üsküdar, Kısıklı – Bağlarbaşı arasında bu namla anılan mevkide, muattaldır. Kesme taştan yapılmış, üstü çatısız ve teknesi yere gömülüdür. Üzerinde şu kitabecik yazılıdır:
               
                   Tophanelizadelerin
                                Ruhlarıiçün El-Fatiha
                                                               1140 / 1727
* Arapça yazı var *

(İ. Hilmi Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, 1943 – 1945. C.2.Shf.310)
Bağlarbaşı ile Kısıklı Caddesi arasında yer alan Tophanelioğlu Caddesi üzerinde bulunan bu çeşme, I. Boğaz Köprüsü çevre yolu yapılırken, Millet Parkına nakledilmiştir. (İ. Hakkı Konyalı, Üsküdar Tarihi, C. II, Shf.115)

[2] Evliya, Travels, I, ii, 27,68,70; ‘the Dervishers Begtashi Superintend it (the pilgrimage) with their drums and lamps; c.f. Hammer Hellert, Hist, Emp. Ott. xviii, 85(Hasluck, 1973,518)
[3] Evliya, Seyahatname, 27,68,70.I.ii, “Bektaşi Dervişleri davul ve meş’alelerle buraya bakarlar, nezaret ederler”. Yine Hammer – Hellert,  Hist. Emp. Ott. XVIII, 85.»
[4] Tekke ve Mescidinden bir eser kalmamıştır
[5] Hassluck, İstanbul Bektaşi Tekkelerini sıralarken Münir baba’yı yanlışlıkla Karaağaç Tekkesi şeyhi olarak gösterir. Sütlüce Dergahı Şeyhi olarak ta yine yanlış olarak Karaağaç tekkesi şeyhi Hüseyin Baba’yı sayar.
(Hassluck,1937(1929).517). Mustafa Özdamar’da Dersaadet dergahlarında, Karaağaç ve Sütlüce dergahlarını aynı dergah olarak gösterme yanlışlığına düşer.
[6] Ekrem Işın, burada sıralanan adların Eyrek Baba Tekkesinin diğer adları olduğunu ifade etmekteyse de (Bkz. Cem Dergisi, s.62, Ocak ’97) kaynaklarda Erdi Baba Tekkesinin diğer adları olduğu görülmektedir.
[7] Mudanyalı Şeyh Seyyid Mehmed Rûşen Efendi Hüdayi Asitanesinin 19.  Şeyhidir. Sultan Ahmet Camii şeyhliği yapmış, 1198/1783’te şeyhliği elinden alınarak Mudanya’ya sürgün edilir. Yerine Bektaşi El-Hacc Mehmed Sıddık Efendi getirilir. Bir yıl sonra (1199/1784) o da şeyhlikten men edilir. Bu defa, Mudanya’ya sürgün edilen Büyük (Mehmed Ruşen) Efendi tekrar Asitane şeyhliğine getirilir. O da, 1209/1795 da ölür.
[8] Öküz Limanı Tekkesi, Reşad Ekrem Koçu tarafından yayınlanan Bostancıbaşı defterlerinde de kaydedilmiştir.(1791-92 tarihli)
[9] Akbaba dergahı dışında Nakşi olarak kaydedilen dergahlar,sûreten nakşi olup, fiilen Bektaşidir.