25 Eylül 2012 Salı

NEŞET ERTAŞ


NEŞET ERTAŞ

BÜYÜK OZAN
GÜLE GÜLE
BİZE
HAKKINI HELAL ET






Neşet Ertaş (Garip)

Neşet Ertaş







  





      Bilemedim Kıymatını Kadrini
     Hata Benim Günah Benim Suç Benim
     Eliminen İçtim Derdin Zehrini
     Hata Benim Günah Benim Suç Benim

     Sana Karşı Benim Bir Sözüm Yoktur
     Haklısın Sevdiğim Kararın Haktır
     Garibim Derdimin Dermanı Yoktur
     Hata Benim Günah Benim Suç Benim

  Halk müziğimize kaynaklık eden mahalli sanatçılarımızın eserleri ve yapmış, oldukları çalışmaların yanı sıra, biyografilerinin de araştırılarak ortaya çıkarılması büyük önem taşımaktadır. Şu anda hayatta olmayan mahalli sanatçılar hakkındaki bilgileri ikinci üçüncü şahıslardan öğrenmekteyiz. Söz konusu mahalli sanatçılar hakkındaki edindiğimiz bilgilerde bir takım soru işretleri oluşmakta ve açıklığa kavuşturulması gereken bazı konular ise yeterince açıklık kazanamamaktadır. Özellikle bu biyografik çalışmaların mahalli sanatçılar hayatta iken kendilerinden alınan bilgiler ışığında yapılması en sağlıklı olanıdır.

Orta Anadolu türkülerini ve bozlaklarını gerek sazı gerekse sesi ile getirdiği yorum ve icra biçimleri sonucunda ün yapmış, mahalli sanatçılarımızdan biriside Neşet Ertaş'tır.

Neşet Ertaş 1943 yılında Çiçekdağı'na bağlı eski adıyla ABDALLAR yeni adıyla GIRTILLAR köyünde doğdu. 7 kardeşi olan Neşet Ertaş ailenin 2. çocuğudur ve kardeşlerinden müzikle ilgilenen yoktur. 5-6 yaşlarında bağlama ve keman çalmaya bağlayan Neşet Ertaş babası Muharrem Ertaş ile birlikte gittikleri düğünlerde babasına kemanla eşlik ediyordu. Geçimlerini düğünlerde aldıkları paralardan temin eden Ertaş'lar birlikte 8 yıl Kırşehir, Nevşehir, Niğde, Kırıkkale, Keskin, Yerköy, Kayseri, Yozgat ve köylerini gezerek bu işi sürdürdüler. Neşet Ertaş bu işlerle uğraşmaktan okula da hiç gidememiştir.

14 yaşında çalışmak için İstanbul'a giden Neşet Ertaş'ın iş bulması kolay olmadı. Karın tokluğuna çalışacağı bir işe dahi razı olan sanatçı bir gün Şençalar Plak adında bir şirkete gider. Şirketin sahibi olan Kadri Şençalar Neşet Ertaş'ı dinler ve çok beğenir. ''Neden Garip Garip Ötersin Bülbül'' adlı ilk plağı 1957 yılında Şençalar plak tarafından piyasaya çıkarılır. Neşet Ertaş bu arada Beyoğlu'nda da bir gazinoda sahneye çıkmaktadır.

2 yıl İstanbul'da çalışan Neşet Ertaş daha sonra Ankara'ya gelir ve sahne hayatı burada devam eder. Ankara' da çalıştığı gazinoda Leyla isminde bir kızla tanışır ve hemen evlenirler. İki kız bir erkek çocukları olur. Ama bu evlilik mutlu sürmemektedir. Neşet Ertaş bu arada askere gider. 1962'de İzmir Narlıdere'de askerliğini yapan Neşet Ertaş askerlik dönüşünde Leyla Ertaş ile süren 7 yıllık evliliğini bitirip ayrılır. Plak üzerine plak yapan Neşet Ertaş konserleriyle de bir çok şehri 6-7 defa gezdi. Beste ve plaklarıyla çok meşhur olan Neşet Ertaş her yerde aranan bir sanatçı olmuştu. Özellikle orta Anadolu düğünlerinin değişmez sanatçısıydı. Neşet Ertaş düğünlerdeki içkili sofraların sayesinde alkolün dozunu da artırmıştı. Dolayısıyla sıhhati de bozulmaya bağladı ve 1978 yılında parmakları felç oldu. Müzisyenlikten başka mesleğide olmadığı için işsiz ve parasız kaldı. Çok perişan bir hale gelen Neşet Ertaş tedavi olacak parayı dahi bulamadı. Çareyi 1979'da Almanya'da bulunan kardeşinin yanına gitmekte bulan Neşet Ertaş, tedavisini de orada yaptırdı. Eşinin yanında olan 3 çocuğunu da daha sonra yanına aldıran sanatçı mesleğine de Almanya'da tekrar başladı. Türklerin bulunduğu yerlerde gazino ve düğün salonlarında çalıp söylemeye başladı.

Kaset ve sahne çalışmalarına Almanya'da devam eden sanatçı kendisi okula gidemediğinden dolayı çocuklarının okumaları için elinden geleni yaptı. 1 Oğlu 2 Kızı olan sanatçı ; oğlunu hem üniversitede okutmakta hem de iyi bir müzisyen olarak yetiştirmektedir. Evli olan kızı da eşiyle birlikte üniversitede öğrenim görmektedirler.

Neşet Ertaş'a babasının hayatı ve sanatı ile ilgili bir soruya;
"Babam Kırşehir'den çıkmış, Keskin"e gelmiş, anamınan evlenmiş. Çiçekdağı'nın Gırtıllar eski adıyla Abdallar köyü denilen 20 haneli küçük bir köye gelip yerleşmiş. Ben o Abdallar yeni adıyla Gırtıllar köyünde dünyaya gelmişim.

Babam sazıynan sesiynen tanınmış engin gönül , hoşgörüsüynen sevilen bir sanatçıydı. Saz çalmasını Yusuf Usta'dan öğrenmiş. Geçinmemizi sazıyla temin ederdi. Anamı Keskin'den almış, kendisi Kırşehir'li olmasına rağmen uzun yıllar Keskin'de kalmış, Hacı Taşanı yetiştirmiş. Kırıkkale ve Yozgat'ın köylerini, İç Anadolu'nun birçok köylerini sazı omzunda gezmiş, her yerde türküler avazlar bırakmış. 5-6 yaşımda babam beni yanına aldı. Gittiği yerlere beni de götürürdü. Birlikte 8 yıl Yozgat, Kayseri, Niğde, Nevşehir, Kırıkkale, Keskin ve Yerköy'ü köyleriyle beraber gezip düğün çalardık. Geçimimizde
verilen bahşişlerden olurdu.

En sonunda Kırşehir'e gelmiş 1980 de mi 1981 de mi rahmete kavuşmuş oldu." şeklinde cevap vermiştir. Neşet Ertaş'a bağlama çalmaya kaç yaşında başladığını sorduğumuzda ise; "Ben dünyaya geldiğimde sazı göbeğime koymuşlar'' şeklinde cevap vermiştir. Bağlama öğrenmesinde babasının çok etkisi ve emeği olduğunu söyleyen sanatçı, Bayram Aracı, A. Gazi Ayhan, Refik Başaran gibi bağlama ustalarını da çok beğenerek dinlediğini ifade etmektedir. Sanatçı; bir bağlamada hangi özellikleri arıyorsunuz? şeklindeki sorumuza ;
"Oyma saz ve çok perdeli olsun." diye cevap vermiştir.

Bağlamalarını da oyma tekne yapan ustalara yaptırmayı tercih eden sanatçı, bağlamalarına da 7 tel takıp, kendi sesine göre akort yaptığını söylemektedir.

Sanatçının bağlamasından duyduğumuz bazı sesleri, başka bağlamaları dinlediğimizde duyamamaktayız. Sanatçı bunun nedenini bağlamasındaki perde ayarlarını kendisinin yapmasından dolayı meydana gelen bir farklılık olduğu ifade etmektedir.

Sanatçı bestelerini, sôz ve müziği aynı anda düşünerek yaptığını, şimdiye kadar kaç bestesi ve kaseti olduğunu hatırlayamadığını ve kendi eserlerini en iyi icra eden sanatçıların da Gülşen Kutlu, Nezahat Bayram, Neriman Altındağ Tüfekçi olduğunu söylemektedir.

Neşet Ertaş'a bir çok eserlerinde adını kullandığı ve ona türküler yaktığı Leyla'nın kim olduğunu sorduğumuzda;
"Eski eşim ve çocuklarımın anası Leyla Ertaş'tır. Ama ayrıldıktan sonra türkülerimde Leyla ismini artık kullanmıyorum."diye cevap verdi. Neşet Ertaş, kendisine ait türkülerin son kıtalarında "GARİP'' mahlasını kullanmaktadır. Kendisi bunun nedenini şöyle açıklamaktadır.
"Soyadı yokken bize Garipler derlermiş. Gerçektende biz garip, yani ezilmiş, hor görülmüş, Abdal diye nitelendirilmiş, aşağılanmışızdır. O gariplik bende kaldığı için garibim diyorum. Sanatçı BOZLAK'ın tanımını da Feryattır, Ağıttır." olarak yapmıştır.

Neşet Ertaş'a ilk plağını yapmasında maddi ve manevi yardımı olanları sorduğumuzda;

"Kadri Şençalar'dır. Kendisi benimle çok yakından ilgilendi, bana plak okuttu. Beyoğlu saza götürerek bana proğram aldı ve onun sayesinde sahne hayatım başladı." diye cevap verdi. Sanatçı şimdiye kadar sazı ile hiç bir sanatçıya eşlik etmediğini, sadece tek olarak çalıp söylemeyi tercih ettiği söyledi.

Neşet Ertaş önceki bestelerinin çoğunda sevgiliye duyulan aşk ve özlem konularını işlemişti. Son kasetlerindeki (Nerde ne arıyorsun, Yolcu, Şirin Kırşehir, Benim Yurdum) bestelerinde ise insanlara belli mesajlar veriyor. Allah aşkı, insan hakkı ve sevgisi, ana ve babaya duyulan özlem, ilim ve cehalet, memleket hasreti, ölüm gibi. Sanatçı bunun nedenini şöyle açıklıyor:

"Aşık Veysel in de dediği gibi benim sadık yarim gara topraktır. Gözünen görülen, e!inen tutulan, yediğimiz içtiğimiz, canımız topraktır. Bu toprağın en güzeli insandır, insanların en güzeli de anamız ve yarimizdir.
İnsanı seven insan; Hakkı sever, bizde o Hakkın aşığıyız. Şüphesiz ki ölmez, yitmez, yemez, içmez, solmaz bir tek Allah' tır. Allah hepimizi eşit yaratmış. Haksızlık, cana gıyma, düşük görme olmasın. Allah'tan geldik Allah'a gideceğiz. Cehalete hatırlatabildimse mutluyum."
Türkiye'de konserler vermeniz için teklifler yapılıyordur. Bu teklifleri nasıl karşılıyorsunuz? sorumuza sanatçı şöyle cevap verdi:
"Kabul etmiyorum. Çünki; kırk yıl o garip vatandaşlarımın ekmeğini yedim. Tekrar konser verip onların cebindeki ekmek paralarını alamam. Ama onlara televizyondan bedava konser veririm."

Sanatçı tüm ailesinin Almanya'da olduğunu, çocuklarının üniversitede okuduğunu ve kendisinin de müzisyen olarak çalışmaya devam ettiğini, dolayısı ile Türkiye' ye kesin dönüş yapmayı, şimdilik düşünmediğini ifade etmektedir.

Neşet Ertaş Türkiye'de halk müziğinin şu andaki yeri hakkında şöyle düşünüyor:
"Halk müziği ölümsüzdür. Yeter ki yürekten okuyan, yürekten çalan olsun. Şu anda çalan olsun okuyan olsun verimlilik göremiyorum."
Halk müziğine büyük emeği geçmiş bir sanatçı olarak TRT ve Kültür
Bakanlığı'nın size gösterdiği ilgiden memnunmusunuz? diye sorduğumuzda:
"Hayır memnun değilim. Muzaffer Sarısözen 14 yaşımda iken beni mektupla çağırır, misafir olarak çaldırır, okuturdu. Daha sonra imtihanla mahalli sanatçı olarak radyoya girdim. 23 sene her ay 2 proğram yapardım. Halk müziği yöneticilerinden çok bencil insanlar vardı. Beni çıkardılar, istediğim gibi çaldırıp söyletmediler. Bende terk ettim." diye cevap verdi.

Neşet Ertaş'a, şimdiye kadar sizin ve babanızın hakkında herhangi bir
araştırma yapıldı mı? diye sorduğumuzda;
"Benim hakkımda, yani bana sorulmadı. Ama babamın hakkında kendisinden soranlar olmuştur." diye cevap verdi.
Orta Anadolu türkülerini ve bozlaklarını en iyi yorumlayan mahalli sanatçılardan biri olan Neşet Ertaş'ın eserlerinin ve müzik çalışmalarının bilinmesinin gerekliliği ile birlikte sanat hayatının ve kendisinin yaptığı müzik hakkında düşünce ve yorumlarının da bilinmesi gerekmektedir.

Neşet Ertaş gibi bir çok mahalli sanatçı hakkında bu tür çalışmalar yapılmadığı için eserleri ve yaşantısı hakkında yazılı bilgiler bulmakta güçlük çekilmektedir. Dileğimiz bu tür çalışma ve yazıların artmasıdır.

Öğr. Gör. Hakan TATYÜZ Gaziantep Üniversitesi T.M.D. Konservatuarı Öğretim Görevlisi
Not: Bu çalışma 06.04.1996 tarihinde yapılmıştır ve Milli Folklor Dergisinin 31-32. sayısında 1996 yılında yayınlanmıştır.

KAYNAKLAR
1. Neşet Ertaş'a gönderilen, soru kağıdı gönderme yöntemi ile elde edilen bilgiler.
2. KAYMAK, Mansur - THM ve Oyunları (Cilt :1 Yıl:1 Sayı:1 1982)
3. EKİCİ, Savaş - Ramazan Güngör ve üç telli kopuzu. (Kültür Bak. HAGEM yayınları. 188 ANKARA 1993)
4. Halk Ozanlarının Sesi ( Yıl:1 Sayı:1 Aralık 1992 Kültür Bak. HAGEM yayınları.)



II

    Kimdir Neşet Ertaş? Sarısözen'in tabiri ile bir zamanlar sadece ve sadece "Kırşehirli Mahalli Sanatçı" olarak bilinen Neşet Ertaş'ı binlerce, hatta milyonlarca saz çalıp türkü söyleyen diğerlerinden ayıran nedir? Onun sazımn ve sesinin insanı büyüleyen sırrı nereden gelmektedir? Neredeyse yarım asra varan bir süreden beri gerçek anlamda gönül telimizi titreten, ruhumuzu ürperten bu esrarlı sesin, sazın ve yorumun arka planında neler ve kimler vardır?

    Sazı gümbür gümbür ses veren, adeta davula eslik edercesine sazının göğsünde pençesiyle sesler çıkaran, hep samimi ve kendi halinde yüreğinin acılarını ve kendi iç gurbetlerini seslendiren; hiç bir medyatik tutumu olmayan, kalabalıklardan ve şöhretten adeta köşe bucak kaçarak pek ortalıklarda görünmeyen; mezhep, parti ve etnik kimlik çağnsımlanna pirim vermeyen, sazından, sözünden ve sesinden gayri hiç bir şeyden medet ummayan bu "Garip" insanı tanımak kadar tanımlamak da gerçekten zor.

    Ayaklarının altındaki toprağın renginden, kokusundan haberdar olan, bastıkları yeri az çok tanıyan, yürekleri hep türkülerle birlikte atanlar için Neşet Ertaş, belki de tam bir "yaşayan efsane"; meçhul, uzak, esatiri ve sırlarla dolu...

     Neşet Ertaş'ın bir iki cümlede özetlenebilecek resmi biyografisi bize belki sadece ipuçları verebilir. Onun "1938 yılında Kırtıllar Köyü'nde Döne'den doğma Muharrem Ertaş'ın oğlu" olduğunu; Kırşehir, Yozgat ve Keskin'in çeşitli köylerinde geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarının ardından, 15 yaşında çıktığı gurbet hayatinin hala devam etmekte olduğunu bilmenin fazla bir anlamı olmayabilir. Neşet Ertaş'ı tanımak, asıl onun ruh ve gönül macerasım bilmeyi gerektirir ki burada hemen karşımıza, Neşet Ertaş'la en rafine üslubuna kavuşan Orta Anadolu Abdal Müziği geleneğinin gelmiş geçmiş en büyük ustalanndan olan babası Muharrem Ertas karşımıza çıkar.

     İşte Neşet Ertaş, babası Muharrem Usta ile adeta Anadolu'daki en olgun seviyesine erişen bu Türkmen/Abdal müzik birikiminin yeni bir yorumcusudur. Yoğun yöresel özellikleri ve baskın mahallilik unsurları ile donanmış bu müziği yöresinin dışına çıkarmış, ülke genelinde ve hatta yurt dışında bilinmesini ve tanınmasım sağlamıştır.

     1960'lardan itibaren binlerce yıllık sazımız bağlama ile birlikte anılan; sadece geniş halk kesimlerinde değil, ciddi musiki çevreleninin ve gerçek türkü dostlarının da gündeminden hiç düşmeyen Neşet Ertaş'ı farklı bir bağlamda değerlendirmek gerekiyor- Çünkü o aslında bir anlamda tam bir yöre sanatçısı olmasına rağmen yaygın şöhreti ve söylediği türkülerin popülaritesi ile ülke genelinde tanınan biri olarak, hem babası Muharrem Ertaş'tan, hem de bu geleneğin diğer usta isimleri olan Hacı Taşan ve Çekiç Ali'den de ayrılır. Bir başka söyleyişle onun sanatı için, başta Muharrem Usta olmak üzere. Hacı Taşan, Çekiç Ali ve Abdal/Türkmen Müziği geleneğinin çeşitli yörelerde farklı tavır ve üsluplarda karşımıza çıkan diğer ustaları da dahil olmak üzere hepsinin üst seviyede bir sentezi ve esrarlı bir bileşkesi denilebilir.

     Neşet Ertaş'ın sanatı hayatı ile hayatı sanatı ile o kadar içice ki, çalıp çığırdığı türkü ve bozlaklarında bütün bir hayat hikayesini bulmak mümkün olduğu gibi, hayatına yakından baktığımızda da o içli türkülerin, acılı bozlakların nelerden nasıl doğduğunun ipuçlarını elde ederiz hemen. Onun yokluk, yoksulluk ve acılarla dolu hayatım "Garip" mahlasıyla yazdığı koşma tarzında usta işi şiirlerle anlattığı ozan yönünü yıllarca kimse farketmedi bile. Babasından tevarüs ettiği geleneksel ve anonim türkülerin, bozlakların dışında, sözleri kendisine ait türküler, bozlaklar söylediğini de farkeden olmadı yıllarca. Sözü ve müziği ile, anonim türkülerdeki erişilmez sadeliği ve estetik seviyeyi yakalayan sayısız türkünün, bozlağın altına attığı mütevazı imzasını kimselere söylemedi bile.

     Neşet Ertaş o büyük yaratıcı yeteneği ile okuduğu her eseri yeni baştan öyle bir yorumlar, ona öyle bir ruh ve hava verir ki, adeta yeni bir beste ile karşı karşıya olduğunuzu dahi sanabilirsiniz. Bu durumu, yeteneği, kültürü ve birikimi oldukça sınırlı sığ ve sıradan sanatçıların yorum adına yaptıkları "dejenerasyon" ile karıştırmamak gerekir. Çünkü Neşet Ertaş kendisine ait olmayan bir türküyü bile öyle bir okur ve yorumlar ki, o türkü o şekliyle yıllar öncesine ait bir Neşet Ertaş türküsü gibidir artık.

     Olağanüstü denilebilecek yeteneği, geleneğe hakimiyeti, gelenekten kopmadan yeniye bağlılığı, yeni zamanların modern zevk ve eğilimlerini gözeten diri ve uyanık tecessüsü ile Neşet Ertaş, hep gündemde kalmış bir sanatçıdır. O, ismi bağlama ile özdeşmiş ve adeta bu dünyaya türkü söylemek için gelmiş gerçek bir türkü ustası... Türküyü bağlamaya, bağlamayı türküye bu kadar yakınlaştıran ve yaklaştıran, adeta birbirlerinin içinde -kendisi ile birlikte- eritip yok eden ikinci bir sanatçı bulmak öyle sanıldığı kadar kolay olmasa gerek.

     Neşet Ertaş'ın sanatı; müziğin özünü, ruhunu kavrayan birinin, hiç bir yapmacıklığa tevessül etmeden, olduğu gibi kendini, kendi özünü ve hissettiklerini saza, söze dökmesidir.
Bayram Bilge Tokel 
Eserlerinden bazıları : Neredesin sen, Zülüf dökülmüş yüze, O şirin gözlerine,......




Neredesin Sen
Şu Garip Halimden Bilen İşveli Nazlı,
Gönlüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen.
Tatlı Dillim Güler Yüzlüm Ve Ceylan Gözlüm,
Gönlüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen.

Sinemde Gizli Yaramı Kimse Bilmiyor,
Hiç Bir Tabib Su Yarama Merhem Olmuyor.

Boynu Bükük Bir Garibim Yüzüm Gülmüyor,
Gönlüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen.



Gönül Dağı Yağmur Yağmur

Gönül Dağı Yağmur Yağmur Boran Olunca
Akar Can Özümden Sel Gizli Gizli
Bir Tenhada Can Cananı Bulunca
Sinemi Yaralar Yar Oy Yar Oy Dil Gizli Gizli

Dost Elinden Gel Olmazsa Varılmaz
Rızasız Bahçanın Gülü Derilmez
Kalpten Kalbe Bir Yol Vardır Görülmez
Gönülden Gönüle Yar Oy Yar Oy Yol Gizli Gizli

Seher Vakti Garip Bülbül Öterken
Kirpiklerin Oku Yar Yar Cana Batarken
Cümle Alem Uykusunda Yatarken
Kimseler Duymadan Yar Oy Yar Oy Gel Gizli Gizli




Hata Benim 
Bilemedim Kıymatını Kadrini
Hata Benim Günah Benim Suç Benim
Eliminen İçtim Derdin Zehrini
Hata Benim Günah Benim Suç Benim

Bir günden Bir Güne Sormadım Seni
Körümüş Gözlerim Görmedim Seni
Boşa Mecnun Eylemişim Ben Beni
Hata Benim Günah Benim Suç Benim

Bilirim Suçluyum Gendi Özümde
Gel Desem Gelirdin Benim İzimden
Her Ne Çekti İsen Benim Yüzümden
Hata Benim Günah Benim Suç Benim

Sana Karşı Benim Bir Sözüm Yoktur
Haklısın Sevdiğim Kararın Haktır
Garibim Derdimin Dermanı Yoktur
Hata Benim Günah Benim Suç Benim



Evvelim Sensin

Cahildim Dünyanın Rengine Kandım
Hayale Aldandım Boşuna Yandım
Seni İlelebet Benimsin Sandım

Ölürüm Sevdiğim Zehirim Sensin
Evvelim Sen Oldun Ahirim Sensin

Sözüm Yok Şu Benden Kırıldığına
İdip Başka Dala Sarıldığıma
Gönülüm İnanmıyor Ayrıldığına

Gözyaşım Sen Oldun Kahirim Sensin
Evvelim Sen Oldun Ahirim Sensin

Garibim Can Yıkıp Gönül Kırmadım
Senden Ayrı Ben Bir Mekan Kurmadım
Daha Bir Gönüle İkrar Vermedim

Batınım Sen Oldun Zahirim Sensin
Evvelim Sen Oldun Ahirim Sensin

Zülüf dökülmüş Yüze
Zülüf dökülmüş yüze aman,
Kaşlar yakışmış göze aman aman.
Usandım bu canımdan aman aman,
Dert ile geze geze.

Bu ellerde gez gayrı aman,
Kâtip ol da yaz gayrı aman aman.
Bir kazma al bir kürek aman aman,
Mezarımı kaz gayrı.

Gün doğdu aştı böyle aman,
Gönüldür coştu böyle aman aman.
Sen orada ben burda aman aman,
Ömrümüz geçti böyle.
Kendim Ettim Kendim Buldum

Karadır Şu Bahtım Kara
Sözüm Kar Etmiyor Yare
Yüreğimi Yaktı Nara (Eyvah Ey...)

Kendim Ettim Kendim Buldum
Gül Gibi Sararıp Soldum

Bilmez Yar Gönülden Bilmez
Akar Göz Yaşlarım Dinmez
Bir Kere Yüzüm Gülmez (Eyvah Ey...)

Kendim Ettim Kendim Buldum
Gül Gibi Sararıp Soldum
Söylerim Sözüm Almıyo
O Yar Yüzüme Gülmüyo
Garip Gönlümü Bilmiyo (Eyvah Ey...)

Kendim Ettim Kendim Buldum
Gül Gibi Sararıp Soldum



Tatlı Dile Güler Yüze
Tatlı Dile Güler Yüze
Doyulur Mu Doyulur Mu
Aşkınan Bakışan Göze
Doyulur Mu Doyulur Mu

  Doyulur Mu Doyulur Mu
  Canana Kıyılır Mı
  Cananına Kıyanlar
  Hakkın Kulu Sayılır Mı

Zülüflerin Dökse Yüze
Yar Badeyi Sunsa Bize
Lebleri Meyime Meze
Doyulur Mu Doyulur Mu

Hem Bahara Hemi Yaza
Yarın Ettikleri Naza
Yar Aşkına Çalan Saza
Doyulur Mu Doyulur Mu

Garibim Geldik Gitmeye
Muhabbetimiz Bitmeye
Yar İle Sohbet Etmeye
Doyulur Mu Doyulur Mu 







21 Eylül 2012 Cuma

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi


İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi

Ankara’nın en yoksul bölgelerinden birinde kapı önünde bir kız çocuk kendisinden küçük erkek kardeşlerinin boynuna kollarını dolamış Kız ve erkek kardeşler, Ulus, Ankara 2004.
Fotoğraf Rana Mullan © UNICEF Türkiye 2004

Önsöz

İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan haysiyetin ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması hususunun, hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olmasına,
İnsan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevkeden vahşiliklere sebep olmuş bulunmasına, dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların, içinde söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulması en yüksek amaçları oralak ilan edilmiş bulunmasına,
İnsanin zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına,
Uluslararasında dostça ilişkiler geliştirilmesini teşvik etmenin esaslı bir zaruret olmasına,
Birleşmiş Milletler halklarının, Antlaşmada, insanın ana haklarına, insan şahsının haysiyet ve değerine, erkek ve kadınların eşitliğine olan imanlarını bir kere daha ilan etmiş olmalarına ve sosyal ilerlemeyi kolaylaştırmaya, daha geniş bir hürriyet içerisinde daha iyi hayat şartları kurmaya karar verdiklerini beyan etmiş bulunmalarına,
Üye devletlerin, Birleşmiş Milletler Teşkilatı ile işbirliği ederek insan haklarına ve ana hürriyetlerine bütün dünyada gerçekten saygı gösterilmesinin teminini taahhüt etmiş olmalarına,
Bu haklar ve hürriyetlerin herkesçe aynı şekilde anlaşılmasının yukarıdaki taahhüdün yerine getirilmesi için son derece önemli bulunmasına göre,
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,
İnsanlık topluluğunun bütün fertleriyle uzuvlarının bu beyannameyi daima gözönünde tutarak öğretim ve eğitim yoluyla bu haklar ve hürriyetlere saygıyı geliştirmeye, gittikçe artan milli ve milletlerarası tedbirlerle gerek bizzat üye devletler ahalisi gerekse bu devletlerin idaresi altındaki ülkeler ahalisi arasında bu hakların dünyaca fiilen tanınmasını ve tatbik edilmesini sağlamaya gayret etmeleri amacıyla bütün halklar ve milletler için ulaşılacak ortak ideal olarak işbu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni ilan eder.

Madde 1

Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.

Madde 2

Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir akide, milli veya içtimai menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin işbu Beyanname’de ilan olunan tekmil haklardan ve bütün hürriyetlerden istifade edebilir.
Bundan başka, bağımsız memleket uyruğu olsun, vesayet altında bulunan, gayri muhtar veya sair bir egemenlik kayıtlamasına tabi ülke uyruğu olsun, bir şahıs hakkında, uyruğu bulunduğu memleket veya ülkenin siyasi, hukuki veya milletlerarası statüsü bakımından hiçbir ayrılık gözetilmeyecektir.

Madde 3
Yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır.

Madde 4

Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü şekliyle yasaktır.

Madde 5

Hiç kimse işkenceye, zalimane, gayriinsani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tabi tutulamaz.

Madde 6

Herkes her nerede olursa olsun hukuk kişiliğinin tanınması hakkını haizdir.

Madde 7

Kanun önünde herkes eşittir ve farksız olarak kanunun eşit korumasından istifade hakkını haizdir. Herkesin işbu Beyanname’ye aykırı her türlü ayırdedici mualeleye karşı ve böyle bir ayırdedici muamele için yapılacak her türlü kışkırtmaya karşı eşit korunma hakkı vardır.

Madde 8

Her şahsın kendine anayasa veya kanun ile tanınan ana haklara aykırı muamelelere karşı fiilli netice verecek şekilde milli mahkemelere müracaat hakkı vardır.

Madde 9

Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz, alıkonulanamaz veya sürülemez.

Madde 10

Herkes, haklarının, vecibelerinin veya kendisine karşı cezai mahiyette herhangi bir isnadın tespitinde, tam bir eşitlikle, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından adil bir şekilde ve açık olarak görülmesi hakkına sahiptir.

Madde 11

  1. Bir suç işlemekten sanık herkes, savunması için kendisine gerekli bütün tertibatın sağlanmış bulunduğu açık bir yargılama ile kanunen suçlu olduğu tespit edilmedikçe masum sayılır.
  2. Hiç kimse işlendikleri sırada milli veya milletlerarası hukuka göre suç teşkil etmeyen fiillerden veya ihmallerden ötürü mahkum edilemez. Bunun gibi, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha şiddetli bir ceza verilemez.

Madde 12

Hiç kimse özel hayatı, ailesi, meskeni veya yazışması hususlarında keyfi karışmalara, şeref ve şöhretine karşı tecavüzlere maruz bırakılamaz. Herkesin bu karışma ve tecavüzlere karşı kanun ile korunmaya hakkı vardır.

Madde 13

  1. Herkes herhangi bir devletin sınırları dahilinde serbestçe dolaşma ve yerleşme hakkına haizdir.
  2. Herkes, kendi memleketi de dahil, herhangi bir memleketi terketmek ve memleketine dönmek hakkına haizdir.

Madde 14

  1. Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir.
  2. Bu hak, gerçekten adi bir cürüme veya Birleşmiş Milletler prensip ve amaçlarına aykırı faaliyetlere müstenit kovuşturmalar halinde ileri sürülemez.

Madde 15

  1. Her ferdin bir uyrukluk hakkı vardır.
  2. Hiç kimse keyfi olarak uyrukluğundan ve uyrukluğunu değiştirmek hakkından mahrum edilemez.

Madde 16

  1. Evlilik çağına varan her erkek ve kadın, ırk, uyrukluk veya din bakımından hiçbir kısıtlamaya tabi olmaksızın evlenmek ve aile kurmak hakkına haizdir. Her erkek ve kadın evlenme konusunda, evlilik süresince ve evliliğin sona ermesinde eşit hakları haizdir.
  2. Evlenme akdi ancak müstakbel eşlerin serbest ve tam rızasıyla yapılır.
  3. Aile, cemiyetin tabii ve temel unsurudur, cemiyet ve devlet tarafından korunmak hakkını haizdir.

Madde 17

  1. Her şahıs tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olmak hakkını haizdir.
  2. Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez.

Madde 18

Her şahsın, fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyeti, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle izhar etmek hürriyetini içerir.

Madde 19

Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın malümat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir.

Madde 20

  1. Her şahıs saldırısız toplanma ve dernek kurma ve derneğe katılma serbestisine maliktir.
  2. Hiç kimse bir derneğe mensup olmaya zorlanamaz.

Madde 21

  1. Her şahıs, doğrudan doğruya veya serbestçe seçilmiş temsilciler vasıtasıyla, memleketin kamu işleri yönetimine katılmak hakkını haizdir.
  2. Her şahıs memleketin kamu hizmetlerine eşitlikle girme hakkını haizdir.
  3. Halkın iradesi kamu otoritesinin esasıdır; bu irade, gizli şekilde veya serbestliği sağlayacak muadil bir usul ile cereyan edecek, genel ve eşit oy verme yoluyla yapılacak olan devri ve dürüst seçimlerle ifade edilir.

Madde 22

Her şahsın, cemiyetin bir üyesi olmak itibariyle, sosyal güvenliğe hakkı vardır; haysiyeti için ve şahsiyetinin serbestçe gelişmesi için zaruri olan ekonomik, sosyal ve kültürel hakların milli gayret ve milletlerarası işbirliği yoluyla ve her devletin teşkilatı ve kaynaklarıyla mütenasip olarak gerçekleştirilmesine hakkı vardır.

Madde 23

  1. Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, adil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır.
  2. Herkesin, hiçbir fark gözetilmeksizin, eşit iş karşılığında eşit ücrete hakkı vardır.
  3. Çalışan her kimsenin kendisine ve ailesine insanlık haysiyetine uygun bir yaşayış sağlayan ve gerekirse her türlü sosyal koruma vasıtalarıyla da tamamlanan adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır.
  4. Herkesin menfaatlerinin korunmasi için sendikalar kurmaya ve bunlara katılmaya hakkı vardır.

Madde 24

Her şahsın dinlenmeye, eğlenmeye, bilhassa çalışma müddetinin makul surette sınırlandırılmasına ve muayyen devrelerde ücretli tatillere hakkı vardır.

Madde 25

  1. Her şahsın, gerek kendisi gerekse ailesi için, yiyecek, giyim, mesken, tıbbi bakım, gerekli sosyal hizmetler dahil olmak üzere sağlığı ve refahını temin edecek uygun bir hayat seviyesine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, ihtiyarlık veya geçim imkânlarından iradesi dışında mahrum bırakacak diğer hallerde güvenliğe hakkı vardır.
  2. Ana ve çocuk özel ihtimam ve yardım görmek hakkını haizdir. Bütün çocuklar, evlilik içinde veya dışında doğsunlar, aynı sosyal korunmadan faydalanırlar.

Madde 26

  1. Her şahsın öğrenim hakkı vardır. Öğrenim hiç olmazsa ilk ve temel safhalarında parasızdır. İlköğretim mecburidir. Teknik ve mesleki öğretimden herkes istifade edebilmelidir. Yüksek öğretim, liyakatlerine göre herkese tam eşitlikle açık olmalıdır.
  2. Öğretim insan şahsiyetinin tam gelişmesini ve insan haklarıyla ana hürriyetlerine saygının kuvvetlenmesini hedef almalıdır. Öğretim bütün milletler, ırk ve din grupları arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu teşvik etmeli ve Birleşmiş Milletler’in barışın idamesi yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.
  3. Ana baba, çocuklarına verilecek eğitim türünü seçmek hakkını öncelikle haizdirler.

Madde 27

  1. Herkes, topluluğun kültürel faaliyetine serbestçe katılmak, güzel sanatları tatmak, ilim sahasındaki ilerleyişe iştirak etmek ve bundan faydalanmak hakkını haizdir.
  2. Herkesin yarattığı, her türlü bilim, edebiyat veya sanat eserlerinden mütevellit manevi ve maddi menfaatlerin korunmasına hakkı vardır.

Madde 28

Herkesin, işbu Beyanname’de derpiş edilen hak ve hürriyetlerin tam tatbikini sağlayacak bir sosyal ve milletlerarası nizama hakkı vardır.

Madde 29

  1. Her şahsın, şahsiyetinin serbest ve tam gelişmesi ancak bir topluluk içinde mümkündür ve şahsın bu topluluğa karşı görevleri vardır.
  2. Herkes, haklarının ve hürriyetlerinin kullanılmasında, sadece, başkalarının haklarının ve hürriyetlerinin gereğince tanınması ve bunlara saygı gösterilmesi amacıyla ve ancak demokratik bir cemiyette ahlâkın, kamu düzeninin ve genel refahın haklı icaplarını yerine getirmek maksadıyla kanunla belirlenmiş sınırlamalara tabi tutulabilir.
  3. Bu hak ve hürriyetler hiçbir veçhile Birleşmiş Milletler’in amaç ve prensiplerine aykırı olarak kullanılamaz.

Madde 30

İşbu Beyanname’nin hiçbir hükmü, herhangi bir devlete, zümreye ya da ferde, bu Beyanname’de ilan olunan hak ve hürriyetleri yoketmeye yönelik bir faaliyete girişme ya da eylemde bulunma hakkını verir şekilde yorumlanamaz.
Madde 30 İngilizce versiyonu
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi tarihte en çok tercüme edilmiş bir dökümandır. 300’ün üzerinde farklı dillerdeki versiyonları Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komisyon Üyeliğinde bulunmaktadır.
Bu Türkçe versiyonu, İnsan Hakları Koordinasyonu Üst Kurulu tarafından tercüme edilmiştir.

20 Eylül 2012 Perşembe

ruhi su ve musa anter i saygıyla anıyoruz..



                         ruhi su ve musa anter i
                            saygıyla anıyoruz..

ALEVİLİĞİN İLK YAZILI KAYNAĞI: Ummu’l Kitap

ALEVİLİĞİN İLK YAZILI KAYNAĞI: Ummu’l Kitap
  • W. İvanow’un verdiği bilgiye göre, Ummu’l-Kitab’ın bilinen en eski versiyonu, St. Petersburg Rusya Bilimler Akademisi Asya Müzesi’ndedir. 1879 yılında Pamir İsmailileri arasında Shughnan’da bulunmuş olan kitap, küçük boyda 210 elyazması sayfalık (folios) ve eski Farsça (Pahlavi) dilinde yazılmıştır. Kitabın ilk baskısı 1914’te I. I. Zaroobin tarafından bu kopyaya dayanılarak yapılmıştır. Bombay’da bulduğu iki kopyanın da yardımıyla W.İvanow, bazı karşılaştırma ve tamamlamalarla Ummu’l-Kitab’ın metnini bütünleyerek önce Revue des Etudes Islamiques(1932, s.419-482)’de ‘Notes sur l’Ummu’l-Kitab’ başlığıyla geniş bir makale, daha sonra 1937’de ‘Der Islam’(Zeitscrift für Geschichte und Kultur des Islamischen Orients)de yorumları ve gramer düzeltmeleriyle birlikte tam metni yayınladı. Özgün kitabı 10 ve 11.yüzyıla tarihlemesine (hatasına) rağmen, içeriğinin İran körfezi çevresindeki Karmati inançlarının yansımaları olduğu ve özellikle kitapta İmam Bakır’ın hocası olarak adı geçen kişinin Abdullah İbn Saba adını taşıdığı yönünde saptamaları oldukça önemlidir. Gerçekte Ummu’l-Kitab’dan sonra dai Mansur al-Yaman tarafından 870’lerde yazılmış Risalat al Alim wa’l Ghulam adlı eserle yakınlığının belirtilmesi geçerli bir önem taşımaktadır.
Ummu’l Kitab’ın yazılış tarihini yukarıda söylendiği gibi İvanow 11.yy.ın başlarına koymakta. Madelung kitabın son biçiminin 12.yy.ın başlarında alındığına inanmaktadır. Henry Corbin ise 8.yy.ın ortalarına kadar indirerek son noktayı koyuyor. Bunları anımsattıktan sonra F.Daftary şunları söylemektedir:
“Gnostik efsane biçiminde düzenlenmiş Ummu’l-Kitab’ın terminolojisi ve kozmogonyasını (Evreninin yaratılış kuramını) inceleyen son bilimsel araştırmalar, (E.F. Tijdens, ‘Der Mythologisch-gnostisch Hintergrund des Ummu’l-Kitab’ Acta Iranica, 16(1977) s.241-526 ve H.Halm, Kosmologie und Heilslehre der Frühen İsmailiyya, Wiesbaden, 1978, s.142-168) Mukhammisa adını taşıyan eski bir aşırı Şii grup tarafından yaratıldığı sonucuna varmaktadır. Bu sonuncuyu, ruhun bir bedenden diğerine geçmesi gibi inancın kuramsal özelliği ve ayrıca kitapta gnostik adı Salsal olan Salman al-Farisi desteklemektedir. Gerçekten Salman ve Abul Hattab birlikte, metinde kutsal bir formül içinde tekrar tekrar zikredilmektedir. Mukhammisa ya da Pendatistler, 8.yüzyılın ikinci yarısında Küfe’de ortaya çıkmış ve Al Kummi’ye göre bir Hattabi gruplardan biriydi. Onların inancında Muhammed, beş farklı kişide, yani Muhammed, Ali, Fatima, Hasan ve Hüseyin’de gözüken tanrının kendisiydi. Ayrıca onun Adem, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa olarak ortaya çıkmış olduğuna, Salman’ın da daima Bab (kapı) olarak yanında bulunduğuna inanıyorlardı…” (F.Daftary, agy.s.100-101)

Aslında Daftary’nin iddia ettiği gibi yeni araştırmalar, Henry Corbin’in Ummu’l-Kitab üzerindeki saptamalarından fazla ve değişik birşey getirmemiştir. Onun bu kitap hakkında verdiği bilgiler ve birkaç yapıtından derlediklerimizi yazmadan önce, W. İvanow’un Ummu’l Kitab’ın anlaşılmasına kolaylık olsun diye hazırlamış olduğu ‘sorular tablosunu’ vermek yerinde olacak. Bunlar, özgün metindeki sayfa numaralarıyla (ayraç içinde) birlikte, kitabın yanıtlarını verdiği, açıklamalarını yaptığı bir çeşit konu başlıkları niteliğindedir:

“Ummu’l-Kitab, giriş söylencesi olarak değerlendirilebilecek kısım ile müritlerinin yanıtlaması için İmam Muhammed Bakır’a yönelttikleri farklı soruların yeraldığı bölümden oluşmaktadır. Yapıtın başındaki bu soruların bazıları, onları ayırtetmeğe gereksinim duyulmayacak kadar birbiriyle yakından ilgilidir. Bunlar evrenin yaratılışıyla ilgili konuları anlatır. Fakat yapıtın ikinci yarısında sorular daha gelişigüzel yeralmıştır. Birinin nerede sona erdiğini ve diğerinin nerede başladığını bulmak daha kolaydır. Böylece referansları kolaylaştırmak için aşağıdaki biçimde bir sorular tablosu düzenlenebilir:
1) Tanrının insan biçiminde görünüm alanlarına çıktığına inanma zorunluluğu (53)
2) Besmele tertibinin simgesel anlamı ve onun Evreni ve Tanrılığı ilgilendiren dolaylı anlatımları (60)
3) Yaratıcı Kişi ve onun sıfatları (77)
4) Tanrılığı aşma kuramının reddi (kabul edilmezliği) ve onun sıfatlarını bilmenin olanaksızlığı (91?)
5) Divanlar, ya da küreler (yıldızlar) arası kozmik ‘saraylar’(96)
6) Evrenin yaratılışı (119)
7) Maddesel dünyanın ve insanın yaratılışı; Tanrının insan (cinsiyle) ile sözleşmesi (167)
8) Maddi dünyadaki zevk-lezzet alanı (225)
9) İnsanın fiziksel yaşamının doğası(233)
10) İrade özgürlüğü (238)
11) ‘Aşure’nin ve 10 rakamının simgeselliği (247)
12) Kuran (250) (ayrıca 27.soru)
13) Düşlerin doğası(256)
14) Ruhların yeniden doğuşu (268) (ve 32.soru)
15) Baytu’l-Mamur (265) (ve 19.soru)
16) Nuh’un gemisi ve peygamberlerin simgeleri (268)
17) Muhammed’in Miracı, Ali’nin Zülfikar’ı ve Kaim(279)
18) Tanrının kaç tane tahtı vardır? (288)
19) Kabe, Baytu’I-Mamur (291 ve 15.soru)
20) Dünya neyin üzerinde durmaktadır?(302)
21) Adem cennetten kovulduğunda düştüğü dünya (yer) hangisiydi?(306)
22) İnsan kalbinden çıkıp yükselen ruhlar (308)
23) Günah ve Necat-kurtuluş (323),
24) Sırat (393)
25) Kıyamet (345)
26) İnsan vücudunda saklı yedi ışık (350)
27) Kuran’ın Sureleri (355) (ve 12.soru)
28) Astronomiye ait düşüncelerin simgeciliği (363)
29) Namazın açıklanması (367)
30) Oruç vb.(370)
31) Ölüm Melekleri (376)
32) Ruhların yeniden doğuşu (386) (ve 14.soru)
33) Hangi ruhlar kurtulur? (388)
34) Ölümden sonra bedenin kendisi nereye gider?(395)
35) Farklı Ademler ya da insan doğasının farklı görünüşleri (406)
36) Adem’in başı gökyüzüne nasıl değer?(410)
37) Bilgin insanlar niçin bazan basit şeyleri anlamazlar?(411)
38) Adem’in elbiseleri (415-419) (Ummu’l-Kitab, ed. W.Ivanow, printed off ‘Der Islam’…Berlin and Leibzig-1937, s.7-9)

IV.5. j) Henry Corbin’in Ummu’l-Kitab Üzerinde Görüşleri, Yorumları ve Kitabın Özeti
8. yüzyılın ruhsal mayalanmasından günümüze pek az metin kalmıştır. Ancak bunlar, antik gnostisizm ile İsmaili inancı arasındaki bağı yeteri kadar duyumsatır. Bu metinlerden en eskisi “Örnek ya da Ana Kitap” anlamına gelen Ummu’l-Kitab’tır. Eski Pers diliyle zamanımıza ulaşmıştır. Bu özgün metin olabileceği gibi, Arapça orijinalinden çevrilmiş de olabilir. Heterodoks İslam olarak proto-Aleviliğin, ya da Corbin’in deyimiyle ilk Şii gnostisizminin ( tasavvuf bilgeciliği, marifetçilik) ilk aldığı biçimi ve bu yöndeki inanç ve düşünceleri katıksız yansıtmaktadır. Kitap İmam Muhammed Bakır ile üç müridi (Abdullah al-Ansari, Cafer al-Jufi ve Muhammed b. al-Mufaddal) arasında geçen bir sohbet olarak sunulur. Egemen ögelerden mistik harfler (Jafr) öğretisi, Gnostik Markos okulundan esinlenmiştir. Bu Hristiyanlık gnostisizmi ile İmamolojinin benzerliğine götürür bizi. (Henry Corbin, Histoire de la Philosophie Islamique, 4.baskı, Paris-1986, s.116)


Ummu’l-Kitab’ın giriş bölümü (Prologos), kutsal İmamın (Muhammed Bakır) çocukluğunu sergiler. Öğretmeni Abdullah ibn Saba (1), ona aritmetik biliminin erdemlerini ve harflerin, yani felsefe alfabesi jafr’ın simgesel değerlerini öğretmek üzere derse başlar. Fakat daha birinci harf olan Elif’de roller tersyüz olur. Bilgisi kısa zavallı öğretmen öğrenci olur, çocuk İmam da onun öğretmeni...Böylece sahnede, Thomas İncil’inde belirtilen ve aynı zamanda Epistula Apostolorum’dan bilinenler yinelenir. Çocuk İmam açıkça ve sade bir biçimde İsa’nın yerine konulmuştur. Onlar arasında, daha önce biçimlendirilmiş gözlemi onaylayan bir olay vardır. Fakat burada zikredilen artık, İncil yasasının gnostik versiyonu değil, bir proto-İsmaili yazarının değerlendirmesi, apocryphes (yazarları belli olmayan kutsal metinler) denilen metinlerdeki içeriğin alınarak işe yarar hale getirilmesidir. (Henry Corbin, Temps Cyclique et Gnose İsmailienne, Paris-1982, s.184)


Bu proto-İsmaili kitabının bir başka karateristik çizgisi, beşler kümesine verdiği üstünlükte görülür. Yani, Evrenini oluşumunu Pentadism’e (Beşler, beşçilik) bağlamaktadır. Büyük sonsuzluktan (doğan) beş ışık, hudutların hududunda göksel Saray(ın bulunduğu) Beyazlık Denizi (Bahr al-bayza) içinde beş renk oluşturuyor. Bu ışıklar(nurlar), aynı ışıktan bir kişinin (şahs-e nurani) görünüşleri (zuhuratı) ve üyeleridir. Dünya insanlığı (bashariya=beşeriyet) planında insan biçimine bürünmüş olan bunlar, Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin olarak gözükürler; yani ‘hırkanın altındakiler (ashab al-kisa)’. Bunların tanrısal görünüm alanına çıkma (theophanique) işlevi, aynı zamanda onikimamcı Şiiliğin marifetçiliğinde (dans la gnose) de öncel plandadır. (Kuran’ın 33.suresinin 33.ayetine dayandırılarak Ehlibeyt’in kutsallaştırılması sözkonusudur: Cebrail gözüküp, ‘Ben de siz beşlerin altıncısıyım’ demiştir) Beyazlık Denizi’nin altında herbirinin kendisini farkettirici (krizalit, ateş, kırmızı, zümrüt, viyolet, güneş, ay, lacivert (lapislazuli) ve su gibi) renkleriyle 9 gök (kubba yahut diwan)sıralanmıştır. Herbiri içinde, Beş Kişi (shakhs e-nurani) sırayla, Beyazlık Denizi’nin beş meleği (önce Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail ve Suriel; sonra Akıl, Nefis,Jadd, Fath, Hayal vb.) olarak görünür. Bu theophanique grup, hepsini birleştirici yahut onların Efendisi ve ‘Altıncısı’ gerçek inananın düşünen Ruh’unda (ruh natıqa) beş nurun birleştiği Kalb dünyası (zemin-i Dil) olan bu Küçük Evrene (mikrokosmos) ulaşıncaya kadar tanrısal zuhuru sürdürürler. Bu mikrokozmik gerigelmenin içine kadar beş Işıklar, ‘Üyelerinin’ tanrılaşması üzerine meşhur tartışmaların bir diğer İsmaili örneklemesiyle benzeşim oluşturur. (Manicheizm’de: Beş ruhsal üye ya da beş Shekhina; Işık cenneti Kralının kendini göstermeleri ve konutları; Yaşayan Ruh’un (Spiritus vivens) beş oğlu; Işığın beş elemanı; ilk insan, Hürmüz’ün zırhı ve oğlu; her insanın içindeki beş ruhsal eleman yahut erdem; bütün beşli gruplar birbilerini simgelerler. Pistis Sophia (İnanç bilgeliği) gnostiğinde: Birinci emredici ve ışığın beş sektörü, büyük peygember ve onun beş yardımcısı. Basilid sisteminde:beş hypostases, beş belirgin ve öndegelen kişi..) Aynı şekilde İslami ortamda da beşli tanrısallığın inananları özel bir ad altında kendilerini gösterdiler: Mukhammisa, yani Pentadistler (Beşleri, yani Ehlibeyti tanrılaştıranlar) (H.Corbin, Temps Cyclique.s.185)

Bundan başka bu beş kişiden herbiri, diğerleriyle birlikte kendi bireyselliğinde tamamlanarak ortaya çıkıyordu. Çocuk İmamın öğretmeni Abdullah İbn Saba, başta anlatılan, bu beş tanrısal kişinin peşpeşe vecd halinde zuhurunun tamamlanması olayıyla altüst olur. Herbiri kendi sırasında, tekil olarak birinci kişiyi açıklayarak, diğerleriyle Unio Mystika (mistik birlik) halinde ve her kere aynı zamanda kendi bireysel özelliği içinde konuşur; diğer hepsi de aynı şekilde. Burada belirleyici kategori, tanrısal görünüm alanına çıkışın, tıpkı bir kathenothéisme (tanrısal giysiye bürünme?) gibi işlev yapmasıdır. Bütünün bireyin içinde varolması, özellikle Fatima’nın varlığı ve ayrıcalıklarını görünüme sunduğu terimlerle açıklanır. Bu terimlerin ifade ettiği bir başka plastik illüsrasyon (heykel betimlemesi) vardır ki, bu sahnede vahiy meleği Cebrail, nurdan kubbelere sürgün edilmiş olanlara bir cennet imajı gösterir. Bu imaj Fatima’nın kişiliğidir. Fatima cennette bir taht üstünde oturmaktadır. Kolyesi, kılıcı ve kulağındaki küpeleri Muhammed’i, Ali’yi ve Hasan ile Hüseyin’i simgelemektedir. Bir başka ‘hakim temayı’ burada belirtmek gerekiyor: Salman’ın Salsal (2) adıyla karşıt inançtaki, doğrusu inançsız (antagonist) Azazil ve askerlerine karşı yedi kez verdiği mücadele, ya da yaptığı savaşlar (3). Salman al-Farisi’nin ilk melek figüründe Tanrıya yaklaştırılması, proto-İsmailik gnostik inancının karakteristik bir görünüşünü vermektedir.

İnançsızın adı (Azazil) bile, Henoch kitaplarında geçen Hermon dağı üzerinde toplanan meleklerin başkaldırısını yöneten kimseyi açık bir biçimde bize anımsatır. Buna rağmen, büyük melek Mikail’i birleşmeye ve ihtilale katılmaya çağıran, tanrısal buyuruculuğundan başka merhametten etkilenmiş büyük melekten bir yansıtmayı öbüründen ayırdığı gibi, Henoch (İnclinden) farklı olarak burada mücadelelerin aşama aşama dramasını görmekteyiz. Bu dramanın öncesinde ‘Gökyüzündeki prologos’ vardır. Belirtmek önemlidir ki, bütün kutsal tarih fikri olarak, daha sonraları İsmaili tanrısal felsefesinin (Theosophie) büyük Risalelerini geliştirecektir. ‘Çok Yüce Kralı’ yeniden tanıma ve aynı zamanda Salman’a tapma çifte çağrısına Azazil, aynı meydan okuma ve aynı yadsımayla girişilmiş yedi saldırıyla yanıt verir. Bu yadsımaların herbiri, her ışıktan kubbenin saygıdeğer betimi ve özelliği olan şahane renklerin birine hesabını verir. (H.Corbin, agy. s.186)

Eğer burada Salman’ın, büyük Kıyamet Meleği Mikail’in rolünü üstlendiği söylenebilirse, o zaman kesin bir biçimde belirtmek gerekir ki, Bogomil inancında sunulduğu gibi, Melek Mikail ‘Tanrının oğlu’ olacaktır. Burada Salman gerçekten, bazan örtülü veya açık mutlak Tanrılığı temsil eden büyük göksel prenstir; onun Kapı’sı (Bab) ve Örtü’südür (Hicab). Ama bu deuteros Theos ‘u (ikinci Tanrı), iyi ve yabancı Tanrının karşıtı olan Marcion’nun demiourgosu yasa Tanrısıyla karşılaştırmak da uygun düşmez. Belki sadece, Salman’ın tanrısal açınımı (mazharı) ile bir ilişki kurulabilir. Onun da ötesinde, buradaki Salman’dan bir ‘Anthropos céleste’, yani ‘Göksel İnsan’ yaratma olayı vardır. Tanrı Salman’a hitabeder: “Ey Salman sen benim kapım-eşiğim ve kitabımsın…Sen benim adaletimsin... Sen benim resulum-elçim ve tahtımsın…Sen benim ve ben senin koruman altındayım…Benim ruhum senin örtünle (hicab) görünüm alanına çıkar (Mon Esprit s’epiphanise par ton Voile)…Ben senin Efendi’nim ve sen inananların Efendi’sisin…Sen bütün göklerin ve yerlerin Efendisi, Sultanısın...Ummu’l Kitab, s.172)” Meleklere Adem’e secde etmelerini emreden sadece melek Mikail değildir. Aynı zamanda melekler, bizzat onun (Salman’nın) önünde de secdeye kapanmaları buyruğunu almışlardır. (Ummu’l Kitab, s.143; Kur’an, 7/11) Olay, dönüşümden dönüşüme (devri daimden devri daime) yankısının yeryüzüne çarpttığı (aksettiği) bir dramaya, ‘Gökyüzündeki prologos’ olarak yazılır. Peygamberliğin bütün devrini düzenleyen Yedi Devir (dönüşüm) ile Salman’ın Yedi Savaşımı arasında aynı biçimde zaman birlikteliği ve ilk örnek (archétypique et synchronisme) ilişkisi vardır. Devrimizin şafağında, İblis-Ahriman yersel Adem’e karşı, Azazil’in göksel Adem Salman’a karşı saldırısını tekrar ettirir. Küçük dönüşümlerin herbiri, tam dönüşüm içine kaydolur; herbiri kendi sırasında Azazil-İblis ve onun lanetli takımının varlığını ispatlar (H.Corbin, agy.s.187).
 
 
İslamdaki bu esotérisme’in (batıni) hakim figürü Salman kimdir? Ufukların ötesinden gelen, yurdundan uzak bir sürgün; bir yetim ve İmam’ın manevi çocuğu, evlatlık. Tarihsel olarak bir İranlı, Fars ülkesinden Mazda (Zerdüşt) dinine mensup bir atlı savaşçının oğlu; bir dinsel törene katıldıktan ve arkasından sonra hristiyan olan, arkasından gerçek Peygamberin merhametine sığınan biri. Böylece Muhammed’in çevresine gelir ve burada olağanüstü düzeyde (sırada) yerini alır. Muhammed’i eğitip yetiştiren, onun ilk vahiy kayıtlarını (yazılarını) anlamasına yardım eden Salman’dır. O melek Cebrail’in ‘görünüm alanına çıkmış biçimi (forme épihanique), yani Cebrailin yeryüzü insanı biçimi. (Böylece Peygamber Cebrailin özgün biçiminin ışığını üstünde tutabiliyor) Demekki Salman, Muhammed’i yetiştiren sahabesidir. Melek tarafından dikte ettirilen (yazdırılan) yazıların içeriğinin ésoterique (batıni) anlamlarının özel yorumunu (yapacak) bilgi (gücü) sınırlıdır; yani bu durum, Melek tarafından getirilen vahiylerin bildirimini ve geri alma-ricatları? (les récurrences) göstermekle ilgilidir. ‘Beş manto kişisi, Ehlibeyt’in yanında ‘altıncı’sının yerine, melek Cebrail’e alternatif olarak da Salman geçer. (agy. s.138-140)


Ummu’l Kitab’ın yazarı, sonuçta tevhid’in (birlik) batıni anlamını karıştırdığı terimlerle açıkladığı bu dramaturgie’sinden çıkan mükemmel bir bilince sahip: Azazil, Salman’a karşı, bütün göklerin ötesindeki, ne sıfatı ve ne de niteliği olan şekilsiz bir Tanrıyı yardıma çağırıyor. Bu öyle bir Tanrı ki, kendini hiçbir kişide görünüm alanına çıkarmaz. (Ummu’l- Kitab, s.147) Fakat, İmam Muhammed Bakır’ın “Hu Allah” demenin, Tanrıyı göstermek olduğunu söyleyerek öğrettiği gibi, Salman’ın ışıktan kişiliğinde beş kez tanrısal açınımda (mazharın) özetlenen başka bir pozitif içeriğe sahip olabiliyor. Salman ‘yaratılmadan varolan (incrée)’ yüce tanrısal mazhardır (na-aferida, na-mahluk:Ummu’l Kitab, s.252) .

Tanrı görünüm alanına çıkmaksızın, kendisine hiçbir tapınma buyuramıyacak kadar saf bir belirsizlikten ibarettir. Eğer tanrısal görünüm olarak varlık alanına çıkmak kaçınılmazsa, nesnel bir yeniden doğuş (incarnation materielle) planında değil, Salman’ın büyük meleklik planında zihinsel görüşe (la vision mentale) sunulmuş insanbiçimli (anthropomorphose) biri olarak tamamlanır. Eğer Tanrının varlık alanına çıktığı kişiye (tanrısal mazhara) tapınmak isteniyorsa, bu kişi tanrılığı reddettiği içindir. Azazil’in başvurusu, sadece bir bilinmezliğin soyut bir tanrısallığa başvurmasıdır. Ki bu tanrısallık, onu saydamlaştıran bütün örtünün özelleşmesidir. Bunu, genel inanca aykırılık olarak(paradoxe) algılayan bağnaz ortodoks din inancı Allahsızlık inkarcılığıyla birleştirir. Zira tek tanrıcı dogma, tanrısal açınımı (mazharı) redderek, bu örtünün saydamlığını kaldırır. Onunla, örtüsüne uygun gelen söylemlerin-vaızların Tanrı’ya ulaştığına inanarak, epifanize edilen (görünüm alanına çıkartılan) tanrısallığı karıştırır. Tanrısal mazharların anlam ve gereksinimi, İsmaili gnostisizminde bu ‘Göksel prologos’ tarafından yükseltildi…

Son olarak Ummu’l Kitab risalesinin sonuna doğru verilen bir görüşü daha belirtmek uygun görünüyor. Böylelikle yeniden ‘Henoch’un kitabı’ ile birleştirmemize izin veriliyor. Bu sonlama, daha önce belirttiğimiz mikrokosmik ilişkiyle gösterilir; yani, kurtarıcıyla kurtarılan ruhlar arasındaki özün kimliğiyle. Aynı zamanda İmam’a atfedilen Roshanian, yani ışıktan varlıklar aynı kökenden ve onun ‘Üyeleri’dirler.

Müritler-talipler, yola giriş töreni sırasında, her gnostique (arif kişi) sırayla, büyük melek Mikail ve Göksel insan görünüşlerini üstlenmiş olan Salman olmaya çağırıldıklarını (4) öğrenirler. Çünkü onun beş nurlu ve ‘Bin isimli Melek’ olan Ruhu Natıka’sı, sadece Misrokosmos (Küçük Evren) Salman’dır (Salman-i alam-i kucak-sagir: Ummu’l Kitab, s.392-393). Kuşkusuz bu onlar için, Henoch’un ‘İnsanoğlu, bu sensin!’ (I Henoch, 71,74) diye öğrendiği kadar sarsıcı bir vahiydir. (Henry Corbin, temps Cyclique, s.189)

(1) Henry Corbin’in, Ummu’l- Kitab’ın nüshalarından bazılarında geçen Abdullah Sabbah adını benimsemesi, kitabın tarihlemesi üzerindeki tutarlığıyla çelişmektedir.Yukarıda değindiğimiz W. İvanow’un, başka bir nüshada İmam Bakır’ın öğretmeni olarak Abdullah İbn Saba adını okuyup, doğrusunun bu olduğunu saptaması bizce önemli bir gerçekliktir. Nizari İsmailileri arasında kuşaktan kuşağa aktarılarak zamanımıza ulaşmış olan bu nüshalarda Abdullah ibn Saba’nın, 12.yy. Alamud İsmaililerinin büyük önderi Hasan Sabbah adına benzetilerek, Abdullah Sabbah’a dönüştürüldüğü açıktır. Özgün metnin Abul Hattab çevresinin yazmış olduğu Ummu’l-Kitab’da, Heterodoks İslamın, yani Alevilik inanç ve düşüncesinin atası sayılan Abdullah İbn Saba’nın öğretmen olarak adının geçmesi kadar doğal bir olay olamaz. Zaten 8.yy.da İmam Bakır, İmam Cafer ve oğulları (İmam İsmail ve arkasından İmam Musa Kazım) çevresinde çeşitli adlar altında yükselen ve İslam dışı inanç ögeleriyle geniş felsefi açınımlar kazanmış bu proto Alevi hareketleri, Sabailiğin devamı ve ilerlemiş biçimlenmeleriydi.


(2) Şah İsmail Hatayi’nin, Oniki İmamları, özellikle Ali’nin çok sayıda kerametleri ve Salman’la ilişkilerini anlattığı 36 kıtalık nefesinde Salsal adı da geçmektedir. (İbrahim Arslanoğlu, Şah İsmail Hatayi ve Anadolu Hatayi’leri, İstanbul-1992, s.348-352) Bu şiir, Yemini’nin 1519 yılında yazmış oldu Faziletname ‘nin bir çeşit özeti durumunda. Eline verilen gürz ile savaşçı özellikleri tanımlanan kıtada, Salsal’ın arkasında Ali’nin bulunduğu ve ondan buyruk aldığını görüyoruz:


Cebbar’ı Ensar’ı koydu furuna

Hiçbir zarar getirmedi serine

Salsal’ın gürzünü verdi eline

Allah medet ya Muhammed ya Ali


Ayrıca Salsal’ın çok değişik bir yorumuyla karşılaşıyoruz. Aynı kaynaktan olduğu anlaşılmasına rağmen, çok farklı inanç ve anlayışın yorumu gibi gözüküyor. Bilginin İmam Bakır’dan aktarılmış ve yaratılışla ilgili olmasından bu kanıya varıyoruz. “İmam Bakır’a göre, insanlığın babası olan Hz.Adem’den önce binlerce insan dünyaya gelmiştir” biçiminde nesnel olduğu kadar bilimsel bir yaklaşımı, “Bu rivayet ve açıklama Adem’in sonradan yaratıldığına engel teşkil etmez’ diye yorumlanıyor. Sonra Elmalılı Hamdi Yazır’dan (Hak Dini Kuran Dili C.5, İstanbul-1960, s.3058-3059) aşağıdaki yaratılış öyküsü anlatılıyor: “Yeryüzünde eşref-i mahlukat olarak bilinen insan, önce Salsal denilen sonra da özel şekle sokulup, insan mayasını teşkil eden Hame-i Mesnun yapılmış, bunu müteakıben insan yaratılmıştır. Salsal su ile karıştırıldıktan sonra süzülüp, kara çamur haline gelen toprağın kupkuru halini gösterir ki, özelliği itibariyle bu maddede canlılık düşünülmez. Salsal deyiminin kullanılması, insanın arzdan bir tabiat eseri olarak dünyaya gelmesinin mümkün olamıyacağını tam bir açıklıkla anlatmak içindir. Çünkü tamtakır ve kuru bir çamurun özelliği, hayata tam anlamıyla zıttır. Hame-i Mesnun, insan tohumu olan nufte’nin kendisidir” ( Ali Divanı, Tercüme ve şerheden Müstakimzade Süleyman Saadeddin Efendi-Günümüz Türkçesi: Şakir Diclehan, İstanbul-1982, s.3 vd.)


(3)Salsal’ın Azazil (Şeytan) ile yaptığı kavgalardan Kaygusuz Abdal’ın esinlendiğini görüyoruz. Kaygusuz Abdal’ın Kitab-ı Miglate (Hedefini bulan okun kitabı) adlı yapıtının 1501 tarihli Marburg nüshasında, çeşitli kötülük gösterileri içinde, Şeyh kılığıyla mana aleminde karşısına çıkan Azazil-Şeytan’la dokuz kez savaşım verdiğini görmekteyiz. Ummu’l Kitab’daki ‘Göksel Adem, yersel Cebrail’ Salsal’ın (Salman) yerini Rum dervişi Kaygusuz almıştır. Onun ikinci ve üçüncü savaşımdan iki kısa betimleme geçelim:

“ … ‘Ya Şeyh! yine mi geldün bunda?’ dir. Şeytan kakıdı. Tiz asasun çeküb dervişün üstüne yüridi…Peygamberler tuş tuş söyleşirler ki ol miskin derviş zaif ve naiftir. Koman anı şeytan şimdi öldürür dirler. Bunlar bu sözde iken derviş heman gayretlendi. Arkasından kepenegün çıkardı. Şöyle kodı. Heman ilerü yürüyüp hamle kıldı, el sundı. Şeytanı muhkem tutdı. Ol galebe divan içinde şeytanı basdı. Peygamberler şad oldılar. Dervişe divan kıldılar. Hazeran aferin dediler. Şeytan feryad eyledi. Derviş anı salıverdi. Kepenegün arkasına giyüb geldi oturdı.. Muhammed Mustafa dervişe eydür: ‘Eyü urdın derviş, sen anun hakundan geldün’. Derviş eyitdi: ‘Ya Resula’lah kimesnem yokdur. Garibem, karnum dahı aç. Resul Hazretleri buyurdı. Derviş’e ta’am getürdiler. Yidi karnun toyırdı. Ol demde uykudan benilledi. Uyanıgeldi...Düşidir. Yalnız kendünden gayri kimesne yok. Bu beyti didi:


Cümle aleme sultan ben oldum

Saadet gevherine kan ben oldum


Ben ol bahr-i muhitem her gönüle

Veli bu suret-i insan ben oldum



Suretümi gören dir ki ademdür

Surette sıfat-ı Rahman ben oldum”


“…Derviş’e yine uyku havale oldı yatdı. Yine meclis yine yerlü yerünce…Derviş şah Ali’yi gördi. Elin öpüp eyitdi: ‘Ya Şah! Ol şeyh benümle katı savaşdı. Kanı ol şimdi, kanda gitdi?’ dir. Nagah ol demde Şeytan çıkageldi. Derviş gördü ki ol herifdür…Şeyh dahi gördi. Derviş gelür, eyitdi: ‘Bu ne beladur ki ugradum’ dir. Derviş kepenegün çıkardu, şöyle kodı. Şeytanın üzerine hamle kıldu. Şeytan dahı buna karşu geldi. Birbiriyle cenge durdılar. Cümle peygamberler turup bakarlardı…”

Derviş Şeytan’ı kaçırdıktan sonra Şah Ali ile Uçmag’ı(Cennet) dolaşırlar. Sonra şu beyitleri okur:


Hak’a minnet canum külli nur oldu

İçüm taşım nur ile mamur oldu


Uyandı devletüm gaflet habından

Bir ile külli varlıgum bir oldu

“Bunu didi. Derviş gözün açub baktı. Gördü ki, yerde gökde her ne mahluk ve cemi eşya ki var, cümle fasih kelam ile (açık sözle) söyler. Derviş bu kez bunı böyle söyledi:


Hak’a minnet ki Hak cümlede mevcud

Kamu şeyde görinen nuru Mab’ud


Ne kim vardur heman nur-ı tecelli
 
 
 
Ticaretde kamusu buldılar sud (kazanç)” ( “Kitab-ı Miglate”, Kaygusuz Abdal’ın Mensur Eserleri, Hazırlayan: Doç.Dr. Abdurrahman Güzel, Ankara-1983, s.75-129; 89-91)


(4) Alamut İsmaililiğinde II. Hasan el-Zikr üs-Selam’ın (Ö.1166) ilan ettiği Büyük Kıyamet (Yeniden Diriliş) döneminin ilkelerini içeren Haft bab-i Baba Sayyidina kitabında Kaim el-Kıyamet, Zülkarneyn ve Hızır ile özdeşleştirilen İmam Ali’dir. Bir başka deyimle, Ali ile zamanın İmamı özdeşleştirilmiş ve inananları kendisine bağlı olanları, gerçekten Ali’nin ruhunu onda, kendilerini de Salman ruhu içinde görüyorlardı. ( Farhad Daftary, “The Ismailis: their History and Doctrines” (London, 1990, s.394) Görgü Cemlerinde çalınıp okunan Şah Hatayi’nin nefeslerinde n bir Düvaz İmam’da, talibi ‘Salman olmaya’ çağırması da Ummu’l Kitab ve Haft bab-i Baba Sayyidina’daki ve inanç ve anlayışın onaylayıcı bir kanıtıdır:


Muhammed’i candan sevki

Ali’ye Salman olasın

Ehlibeyt’e gönül verki

Ali’ye Salman olasın


Muhammed’i hazır bilki

Canı Hak’ta hazır bilki

Her gördüğün Hızır bilki

Ali’ye Salman olasın


Muhammed’e gönül katki

Cahd edip rehbere yetki

Bir gerçekten (mürşid) etek tutki

Ali’ye Salman olasın


Hasan ile girdim Cem’e

Hüseyin sırrını deme

Musahibsiz lokma yeme

Ali’ye Salman olasın

….

Hatay’im özünü ırma

Bir gerçekten sözün ırma (ayırma)

Her ademe sırrın verme

Ali’ye Salman olasın
iyidost69 isimli Üyemiz şuan sistemimize bağlı değildir. (Offline) iyidost69 isimli üyenin yazdığı bu Mesajı değerlendirin. Mesajı Moderatöre bildir  

Kürt Alevileri, Türk-İslam sentezine kurban edilen Alevi Kürtler..

Kürt Alevileri,  Türk-İslam sentezine kurban edilen Alevi Kürtler..




Koçgiri(Dersim) Yöresinden Güneşe akşam duası eden bir (Hıran-Zerık ailesinden) Kadını



( Zara ilçesinden bir Kürt Alevi Kadını(İzol Aşiretinden)



Merhaba değerli arkadaşlarım..
Birkaç gündür bu konuyu açıp açmamak arasında takılıp kaldım ama bunu sizlerle paylaşmanın doğru olacağı kanısına vardım.Arkadaşlar son 10 yıldır Alevilik ciddi bir şekilde Türk-İslam ağına takılmış ve Aleviler içinden malesef ki aşırı Milliyetçi ve hatta Türkçü gençler dahi çıkmaktadır.Türkçü forumlarında gözlemlediğim kadarı ile Türkçü-Turancı anlayışı benimseyen pek çok Alevi var.Sevgili arkadaşlar, ben aslen Tunceli Mazgirtliyim.Ve Zaza-Kürt kökenliyim.Benim üzüldüğüm ve kendime yediremediğim bir nokta bundan 10 sene önceye kadar insanlarımızın Kürtlüğüne laf söyletmezken, şimdi Aleviliği bir millete ait ilan eden derneklerin ve sözde temsilcilerin aklı ve yanlış yönlendirmesi ile özlerinden uzaklaşmasıdır..


Koçgiri(Dersim) Yöresinden Güneşe akşam duası eden bir Hormek(Hıran-Zerık ailesinden) Kadını

Sevgili arkadaşlar.Son yıllarda biz Dersim Alevileri türk yapmaya çalışan çalışmalar, asılsız iddialar artmıştır.Bu aslında bana göre kökleri Osmanlı zamanına kadar dayanan bir sorundur.Neden derseniz Osmanlı döneminde bektaşilik Dersim bölgesinde Türkleştirme-Bektaşileştirme amacı ile kullanılmıştır ama buna rağmen insanlarımız kendi inandıkları yolu bırakmayıp, kendi içlerine yerleşen Bektaşi ocaklarını Dersim kimliğine sokmuşlardır.Örnek Sari Saltik ocağı..



Kürecikli bir Kürt Alevisi(Atmi Aşiretinden)

Arkadaşlar biz Dersim Alevileri Sünni Türklere '' Romi - Tırk/Tırko '' derler, Alevi Türkmenlere ise '' Tırkê Rê '' derler.Bizim ilçemizde neredeyse 90 tane Alevi köyü Kürtçe konuşur ve 2-3 Alevi köyü de türkmendir.Onların ilçemize nereden gelip yerleştikleri bilmiyorum ama bizlerle sorunları olmamıştır.Arkadaşlar ortaya atılan iddialar o kadar yanlış ve iç karartıcı ki, bu insanlar Alevilerin katliamdan kurtulmak için kendilerini Kürt olarak tanımladıklarını söylemiş ve ne hikmetse bizim Kürtçe öğrenip katliamdan kurtulduğumuzu ilan etmişlerdir.Arkadaşlar, Dersim aksine, Urfa-Mardin-Diyarbakır-Malatya-Adıyaman yöresinde yoğun bir Türkmen Alevi Nüfusu var.Bu insanlar Sünni Kürtlere ve Zazalara bizden daha yakın oldukları halde neden hala Türkmen kalabildiler de neden biz Sünni Kürt Zaza kesime bu kadar uzak olduğumuz kalde Türkmen ilan ediliyoruz ?

Arkadaşlar Dersimde birkaç aşiret Sünni Kürt ve Zaza kimliğinden Aleviliğe geçmiştir.Geçmişte Kürt islam devleti kuran Şadi Aşiretinin Dersim kolu Cemal Abbas ocağına bağlanarak, Mardinden göç eden İzollu Sünni Kürtler Babamansur ocağına bağlanarak, Paludan göç eden Çarekan aşireti Şafiyken kuzey Dersimde Alevileşmişlerdir.Ayrıca Koçgiri aşiretinin çok önemli bir kısmı Sünni Kürt kimliğinden Alevi Kürt kimliğine geçmiştir zaman içerisinde.Bunları Aleviliğe kazandıran Alevi ocaklarıdırlar.Yine Dersimdeki Suran aşireti aslen Şafi olup Dersimde Alevileşen bir aşirettir.Ve bunun dışında Dersimde pek çok aşiret bugün hala eski Kürt dini olan Ezidilikte olduğu gibi Kara yılanı kutsal kabul edip, Melek Tausa dualar etmektedirler.Yine insanlarımız Türkmen Alevilerden farklı olarak her yaz başı Mezar Ayinleri düzenlemekte, Yılbaşına Gağan demekte ve yılbaşında oruç tutmaktadırlar.Ve insanlarımız düne kadar Newe Marti, Çarşema Reş/Sur gibi pekçok bayram kutlamaktaydı.. Bunlar bizim atalarımızdan bize kalan mirastır.



İmranlılı bir Kürt Alevi Kadını(Dersim-Koçgiri aşiretinden)

Kürecik yöresi Alevi Kürtleri hala Ezidiler gibi giyinip, ezidiler gibi dövmeler yapmaktadırlar.Koçgiri-Dersim kadınları hala güneşe doğru dönüp ezidi duaları etmektedirler sabahları ve akşamları.Eğer Dersim-Koçgiri de bir köyde kalırsanız güneşe dönüp ağlayarak dua eden insanlara dahi raslarsınız.

Ben kendi ailemden örnek vermek istiyorum.Bizim aşirette Kara Yılan çok kutsaldır.Geçmişte Kara yılanların bizim evliyalarımız olduğuna inanırlar büyüklerimiz ve onların hala yaşadıklarına yol gösterici olduklarına inanırlar.Ve Karayılan ziyaret yerimiz Tuncelidedir.Eskiden bizim büyüklerimiz güneşe doğru ve aya doğru dönüp ezidi duası ederlerdi;

'' Ya Melekê serê sueyê, Tı mezın û Ezızî, Ya Xwedê herd u ezmanê ''
'' Ya Roja Şewê, To rêya me roni ke ''



Kürecikli bir Kürt Alevi Kadını(Atmi Aşiretinden)

Şimdi dikkatimi çeken 10 sene önceye kadar Kürtlüğüne laf getirmeyen insanlar kendilerinin öz be öz Türkmen olduklarını, Orta Asya Türkü olduklarını ve Kürt zulmünden Kürtleştiklerini söylemektedirler.
Aklıma gelen sorular şunlar ilk olarak böyle diyenleri gördükçe;

Daha doğudaki Türkmen Alevileri neden Kürtleşmediler ? Örneğin Kısas Türkmenleri ?

Yavuz döneminde kaç milyon Sünni Kürt-Zaza vardı da bizi Kürtleştirdiler ?

Dersim-Koçgiri-Maraş dağlarına gelip bize Kürtçe mi öğretti bu günahını aldığımız insanlar ?

Tüm Alevileri Türkmen ilan ediyorsak, Ezidilikten ve Şafilikten Aleviliğe geçen Alevi Kürt Aşiretlerini Irkçılığa Milliyetçiliğe neden kurban ediyoruz ?

Tüm Aleviler Türkmense neden İran Kürdistanı ve çevresindeki Kürtler Ali Allahi / Ehli Hak inancındalar.Türkmen oldukları için mi Kelhuri ve Goran lehçelerini konuşuyorlar ?



İmranlılı bir Dersim Alevisi(Koçgiri Aşiretinden)

Tüm Aleviler türkmense, Kürt Alevileri neden türkmen Alevilerden farklı olarak Gağant-Gağant orucu-Haftimale Mezın/Gıcık-Newe Marti-Çarşema Reş gibi Kürtlük ve Pagan inancından kalma bayramlarını son yıllara kadar devam ettirdiler ?

Kürt-Zaza Alevileri türkmen ise, neden Kürt-Zaza Alevilerinin konuştuğu Kürtçe, Sünni Kürt-Zazalara göre daha duru bir Kürtçedir ?

Horasan Türk yurdu mudur ? Yoksa türklerin göç yolu üzerinde olan bir bölge midir ?

Tüm Aleviler horasandan gelme türkmen ise, neden Zazaca konuşan Alevilerinin dilinin kökeni, İranlı Deylem olan ve Türklükle zerre ilgisi olmayan bir halkın dili ile aynı kökten gelmektedir ?



Bunun gibi birçok örnek verebiliriz.Şimdilik benden bu kadar
...






Zaralı bir Kürt Alevisi(Koçgiri Aşiretinden)








Kürecikli bir Kürt Alevisi(Atmi)




İşte Orta Asyadan TÜRKMENLER




















Biz Kürt Alevileri mi Türküz

Hz. Ali,Eş ve Çocukları

Hz. Ali,Eş ve Çocukları
Hz.Ali’nin çocukları konusunda değişik rivayetler bulunmaktadır.genel olarak on dört oğlu ve on yedi kızı bulunduğu (bk.Taberi, V. 153-155) belirtilmekle birlikte erkek çocuklarının on yedi kız çocuklarının on sekiz(bk. Ya’kübi, II, 213) yahut küçük yaşta ölen Muhsin(Muhassin) hariç erkeklerin on dört, kızların da on dokuz olduğunu bildiren rivayetler de vardır.(bk. İbn Sa’d, III, 19-20). Bu arada on bir oğlu ve on altı kızının bulunduğu da nakledilen haberler arasındadır.(bk. Mes’üdi el-Tenbih syf.274) Hz.Ali’nin çocuklarını annelerine göre söylece sıralamak mümkündür:

1- Yaşadığı müddetçe üzerine başka bir kadınla evlenmediği eşi Hz.Fatıma’dan
- Hasan, Hüseyin, Muhsin, (büyük) Zeynep ve (büyük) Ümmü Külsüm
2- Ümmü’l-Benin bint Hızamı’dan
- Abbas, Ca’fer, Abdullah ve Osman. Bunların hepsi Kerbela’da öldürülmüş olup sadece Abbas’ın nesli devam etmiştir.
3- Leyla bint Mes’ud b. Ham’den
- Ubeydullah ve Ebu Bekir. Hişam b. Muhammed’e göre her ikisi de Kerbela’da öldürülmüştür. Muhammed b. Ömer ise Ubeydullah’ın Muhtar es-Sekafi tarafından öldürüldüğünü,ikisininde neslinin devam etmediğini belirtmektedir.(bk. Taberi, V, 154)
4- Havle bint Ca’fer b. Kays’tan
- Muhammed b. Hanefiyye (Muhammed el-Ekber).
5- Esma Bint Umeys el-Has’amiyye’den
- Yahya ve Muhammed el-asgar. Her ikisinin de nesli devam etmemiştir. Aralarında Vakidi’nin de bulunduğu bazı tarihçiler göre Muhammed el-Asgar Hz.Ali’nin bir cariyesinden doğmuş ve ağabeyi Hüseyin’le birlikte Kerbela’da öldürülmüştür.
6- Ümmü Habib bint Rebia’dan Ömer ve Rukiyye
- Ömer seksen yaşına kadar yaşamış ve Yenbü’da vefat etmiştir.
7- Ümame bint Ebü’l –As’tan
- Muhammed el-Evsat.
8- Ümmü Said bint Urve’den
- Ümmü’l-Hasan ve (büyük) Remle
9- İsimler bilinmeyen diğer zevcelerinden
- Ümmü Hani, Meymüne. (küçük) Zeyneb, (küçük) Remle, (küçük) Ümmü Külsüm, Fatıma, Ümame, Hatice, Ümmü’l-Kiram, Ümmü Seleme, Ümmü Ca’fer, Cümane ve Nefise. Taberi’nin Vakidi’den naklettiğine göre Hz.Ali’nin nesli oğulları Hasan, Hüseyin, Muhammed b. Hanefiyye, Abbas ve Ömer yoluyla devam etmiştir (bk. Taberi. V. 155)

ARAP ALEVİLİĞİ..NUSAYRİLER

ARAP ALEVİLİĞİ..NUSAYRİLER


Hatay, coğrafi olarak Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları arasında bir köprü konumunda ve insanın atalarının göç yolları üzerinde yer alan önemli merkezlerden biridir. Antik çağlarda yaşamış olan Huriler, Hititler, Aramiler, Fenikeliler gibi tarihe damgasını vurmuş kültürler Hatay’da yaşamıştır. Ayrıca, Hatay, batı kültürlerinden Helenistik dönemin Grek ve Roma kültürlerinin de etkisinde kalmıştır. Bugünde farklı kültürlerden insanların bir arada barış içinde yaşadığı Hatay, büyük bir kültürel zenginlik sergilemektedir. Nusayriler Hatay ve çevresi olan Çukurova yörelerinde yaşayan, Alevi ve Batıni öğretilere dayalı başlı başına bir inançtır. Her dinde ve inançta olduğu gibi geçmişteki inanç biçimlerinin silik izlerinin bugüne taşınmasının yanı sıra, hz. Ali ve ehlibeytin kutsallaştırılması, Hızır inancının ve türbe inancının güçlülüğü ile tenasüh bu inanç sisteminin en belirgin özelliklerindendir..


NUSAYRİ İSMİ NERDEN GELİYOR

Nusayri ismi ile ilgili olarak doğu bilimcisi Fransız Massignon temelde beş kaynak öne sürer.
1) Massignon diyor ki:’ kimileri, Nusayri adı, tahkir amacıyla Nasrani adının küçültme kalıbı olabilir:’ (Nasrani Hıristiyan demektir. Sünniler Alevileri Hıristiyan yada Yahudi olmakla suçlarlardı.)
yanlış. Nasrani kelimesinin Arapça’ya göre küçültme kalıbı olsaydı(Nusayrani) olması gerekirdi. (Mahmut Reyhani gölgesiz ışıklarII sayfa 21 )
2) Kufe deki Nasuraya köyü
3) Nazerini kelimesinin bozması olabilir. (bu sözcük Latince’dir ve haçlılar tarafından oradaki dağa bu isim verildi. Aynı zamanda Suriye’de küçük bir eyaletin ismidir.)
4) Uydurma Şii şehitlerinden biri olan Nuşayr isminden geliyor olabilir.
5) bu iddiaların en sağlamı, Muhammed bin Nusayr adındaki birinin adıyla ilgili olmasıdır.
Massignon böyle diyor. Bu arada, kimi ılımlı ve dost kılığına girmek isteyen bazı yazarlar, Muhammed bin Nusayr kötü bir isim kazanmış diye Alevilere(Nusayriler) acıyarak, ona intisap etmesini uygunsuz sayıyor ve ismin başka kaynaktan geldiğini iddia ediyorlar. Kimileri ‘ aleviler 5-6 ve 7. yy Sünni iktidarın zulüm ve baskısından kaçarak Nusre denilen dağa tırmanıp yerleştiler, daha sonra dağın adını alıp, Nusayri adıyla tanınmaya başladılar’ diyor. Buda yanlış. Zira Nusre ile bağlantılı olsaydı, yine Arapça’nın kurallarına göre nusrevi olması gerekirdi. (Reyhani II 22)

Doğrusu; Nusayri adının ancak Muhammed bin Nusayr yandaşlarına, onun ilim ve içtihadını taklit edenlere verilen bir isimdir. Bu şahsa iftira atıldığı için Nusayri’ler bu şahsı terk edecek, ondan teberri edecek değiller.

ETNİK KÖKEN

Nusayrilerin etnik kökeni üzerinde duranların başında Tankut gelir. Tankut(1938) eski Türk topluluklarının inançlarından iz taşıdıklarından hareketle Nusayri’lerin Türk olduklarını iddia eder. Bu görüşü Önder de destekler. Önder, yerli ve yabancı antropologların Nusayri’lerden elde ettikleri kafa endisi, dil ve kültürel özelliklerine dayanarak, bu gurubun Türk olduğunu savunur.
Andrews(1992: 214-218), arıngberg-laonatza(1999: 199) ve olsson(1999) Nusayri’lerin Arap etnik kökene sahip olduklarını savunmaktadırlar. Nusayri’lerin büyük çoğunluğu da (% 99.5) kendilerini Arap alevisi olarak tanımlarlar. {güler(1994), sönmez(1994), Rande(1994), Reyhani(1995)} (Hüseyin Türk’ün Hatay’da yaptığı alan çalışmasında Nusayrilere ‘kendinizi ne olarak tanımlıyorsunuz?’ sorusuna verilen cevaplarla yapılan ankette bu sonuç çıkmıştır.)

TARİHİ KÖKENNusayriler zahiri olarak kendilerini; Müslümanlığın ikiye bölündüğü gadir humm ve kerbela olayını çok önemli sayarak, tarihi kökenlerini buraya dayandırırlar. Ancak Batıni olarak Aleviliği, dünyanın yaratılışına kadar dayandırırlar. Batıni yön inanç sisteminde incelenecektir. Zahiri olarak hz Muhammed’in 23 yıl boyunca Ali’yi ve onun yüceliğini anlattığını ve veda haccı dönüşü gadir humm denen yerde Ali’yi insanlara Mevla olarak bıraktığı iddiasına dayanarak Aleviliği Ali’nin sırrına erenler olarak tanımlarlar ve bu günü en büyük bayram olarak kutlarlar. Peygamberden sonra Alinin ve ehlibeytin yolunu takip eden, 12 imam ardından giden bu cemaat için Muhammed bin Nusayr dönüm noktası olmuştur.

MUHAMMED BİN NUSAYR

873 yılında vefat eden bu zat, ehlibeytin 11. imamı Hasan Askerinin adamı ve hemen hemen meclisinden eksik olmayan sadık bir müridiydi.(Reyhani II 22) Hasan Askerinin meclisinden olan Şiilerin kıskanmaları sonucu ilk Şiilerin iftiralarına uğradı. Muhammed bin Nusayr’dan 40 yıl sonra, Şii alimlerinden Nobahtı, bu büyük zata ağza alınmayacak kötü töhmetler yöneltti. Ondan sonra hangi Şii yazar Nusayrilerden söz erse, aynı töhmetleri yuvarlayıp atıyordu Şiilerin bu yaman buluşu Sünniler için etkili bir silah oldu. Kimi Sünni alimler Nusayriliği, tüm Şiilerin bir ayıbı olarak yüzlerine vuruyordu. Bu durum onlara o kadar ağır gelmiş ki Nusayri’leri kötülemekte Sünniler kadar karşı durum aldılar. (Reyhani II 22-26)

MUHAMMED BİN NUSAYR DAN SONRA ALEVİLER

873 yılında vefat eden bu zat(Muhammed bin Nusayr) aslında bir mezhep kurucusu değildi. O imam Hasan Askeri’nin talebesiydi. Ondan sonra kendisi, ehlibeytin adap ve kültürüne göre talebeler yetiştirdi.(Reyhani II 28)
Bu talebelerin sayısının çok fazla olduğu bilinir ama 51 tanesi çok özeldi. 17 tanesi ıraklı, 17 tanesi Suriyeli ve 17 tanesi ise diğer yerlerdendi. Nusayrilik bu 51 müridin Nusayriliği yaymasıyla yaygınlaşır. İçlerinde büyük hükümdarlar da vardı. Bunlardan hamdani devletinin hükümdarları seyfüddevle( bu lakap kendisine yiğitliğinden dolayı Abbasiler tarafından verilmiştir. Devletin kılıcı anlamına gelir.), Rüknüddevle, ebu Firas Hamdani vb)

HÜSEYİN BİN HAMDAN EL HASİYBİ

Mısırlı olan Muhammed bin Nusayr’ın talebelerinin talebesi olan bu şahıs mezhebinde asıl kurucusu ve geliştiricisidir. Hasiybi Aleviliğin gelişmesini genellikle Suriye ve ırakta sağladı. Alevi cemaatinin lideri olarak daha sonra Bağdat’a geçti. Oradan Halep’e geçti. Yaşamının son bölümlerini Halep’te geçirdi. Vefatı hicri 346-358 arasında olması gerek. Rastbaş ve el hidayetül kübra kitapları ünlüdür. Bundan başka esmaül eimme, el-maide ve el-ihvan kitaplarını yazmıştır. (Reyhani II 44)

HASİYBİDEN SONRA ALEVİLER

Hasiybi'den sonra; Seyyid Muhammed b. Ali el-Cilli, Hasiybi halifesi olarak yürüttüğü (Halep), diğeri de Seyyid Ali el-Cisri'nin yürüttüğü (Basra) olmak üzere iki merkez oluştu. Hasiybi’den sonra ebul-Hüseyin Muhammed bin Ali el-Cilli Nusayrilerin en büyük dini lideri sayılır. Cilli’nin talebesi olan Surur bin Kesir Et-tabarani Alevilerin başına geçti. (Reyhani II 46) Seyyid el-Cilli'den sonra, Halep'te ki merkez Lazkiye'ye taşındı ve başkanlığını halife Ebu Said el-Meymün Sürür b. Kasım Et-Tabarani yapıyordu.(et-Tavil)
Hasiybi’nin fıkıh ve felsefe metodunu izleyerek yaşama ve genişletme görevini üstlendi.
969 yılında Taberiye kasabasında doğan bu zat( el-Meymün Sürür b. Kasım Et-Tabarani) şeyhi olan Cilli’nin de bulunduğu ve alevi merkezi sayılan Halep’e geçti. (Reyhani II 46)
Bu dönemde Alevilerin hicreti iki yöne doğru oldu. Bir kısmı Halep’e ve bir kısmı da Lazkiye yöresine geçti. Alevilerin tarihinde iki karanlık dönemden söz edilir. İlki haçlı seferleri idi. Diğeri ise Halep’e hicret eden Alevilerin büyük sonu olan Halep katliamıdır. Çaldıran savaşı dönüşünde Halep’e gelen yavuz selim’in 70000 aleviyi öldürdüğü Nusayriler arasında hep söylenegelen bir şeydir. Kurtulanlarda Lazkiye oradan da Antakya İskenderun ve daha yukarısına çıkmıştır. (Reyhani II)
Haçlılar, ölen Hıristiyanların öcünü Aleviler'den alıyorlardı. Diyarbakır, Malatya, Tarsus, Adana, Antakya, Lazkiye Alevileri ortadan silindiler. Buna bir de Hama-Humus-Lazkiye-Antakya bölgesindeki deprem eklenince, Aleviler acınacak hale düştüler, siyasi-dini örgütleri çözüldü. Bu arada Türkler geldi. Nusayri dağlarında çarpışma, ölüm, katliam eksik olmadı. Ardından Moğol saldırısı, çok yaman oldu, bir sel gibi önünde ne varsa sildi, süpürdü. Abbasi Selçuklu, Arap, Osmanlı şehirleri, hükümdarlıkları bir bir çöküyordu. Timurlenk (1336-1405), inanç bakımından katkısız bir Aleviydi . Şam'ı fethettiği zaman, kendisinden ehlibeytin öcünü alması istenmişti. Timur; yağma ve katliama izin verdi. İnsan kafalarından bir tepe oluştu. (et-Tavil)
M.G. et al-Tavil, konumuza özel yazmış olduğu Tarihül Aleviyyin (1924) adlı kitabında şöyle demektedir: Baalbek ve Humus tarafları, İslam Devleti tarafından fethedilmek için yardım zorunlu oldu. Irak ve Mısır'dan gelen kuvvetlere. Bir de Medine'den Gadir Hum biatına katılan 450 mücahit katıldı. Bu küçük gruba Nusayra (yardımcık) denildi. Cihat kuralına göre; fethedilen yerler, fetheden orduya verilirdi. Nasyr grubunun bulunduğu dağlık arazi, bunlara verilerek, buraya Nusayra dağları denildi. Daha sonra Lübnan dağı-Antakya hattındaki bütün dağlara Nusayra dağları, burada yaşayanlara da Nusayri denildi. Medine'deki Ensarlardan oluşan bu Ensari mücahit grubu, Arapların Kahtan soyundandırlar. Bunlar; halen burada yaşayan Nusayrilerin atalarıdır diyebiliriz.

Halep'te yaşayan Aleviler, ya öldürüldü veya kaçıp kurtuldu. Canlarını kurtarmak için kaçabilenler genellikle Akdeniz kıyılarına doğru kaçıp, Lazkiye'den Mersin'e kadar uzanan deniz kıyılarını işgal ettiler. O zamanlarda da bu bölgeler, ormanla kaplı idi. Ormanları kesip, tarım alanı haline getirdiler. Bu yüzden salt tarım işleriyle meşgul oldukları için kendilerine (Fellah) ismi takıldı. Zira, Arapça olan fellah kelimesi çiftçi anlamındadır.


İHTİDAYA ZORLAMA
II. Abdülhamit zamanı, dünya siyaseti açısından karışık bir dönemdir. İmparatorluk zayıflamıştır. Avrupa Devletleri, Osmanlı topraklarını işgal etmekte, karışıklıklar çıkarmaktadır. Toplumsal bütünlüğü korumak amacıyla, Yezidi, Dürzi, Nusayrilere karşı Sünnileştirme politikası güdülmüştür. Yezidi ve Dürziler'den; cizye alınmamış, askere alınmış, millet statüsü verilmemiştir. Sünni islama geçtikleri zaman ihtida ettikleri kaydedilmiştir. Nusayriler'de aynı işleme tabi olmuş, ancak Sünnileşince tashih-i İman ettikleri bildirilmiştir. Lazkiye mutasarrıfı (1890), İstanbul'a gönderdiği yazıda; Sahyun bölgesi Nusayrilerinin Sünni-Hanefi mezhebe geçtikleri bildirilmiş ve eğitimleri için okul-cami yapımı istenmiştir. Böylece, bölgede yaygın Cami inşa ederek bir ihtida amaçlanmıştır.
Nusayriler bu baskı dönemini takiyye ile atlatmışlardır. lazkiye mutasasarrıfının belirttiği gibi sünni hanefiliğe geçmemişlerdir. müslüman olduklarını padişaha bildirmiş ve padişahın cami yapılmasını kabul etmişlerdir. ancak camilere gitmemişlerdir.

Tekfir Fetvaları
İbni Teymiyye'nin, Nusayriler hakkındaki tekfir fetvası, Nusayriyye Risalesi, Memluk Sultanı Klavun'un Nusayrileri toplu ihtida ya zorladığı döneme aittir. Fermanının imdadına fetva yetişmektedir.
M. Maoz, Osmanlı'nın Suriye-Lübnan yönetim siyasetini şöyle anlatmaktadır: Doğrusu, Suriye'nin 400 yıllık idarecileri Osmanlı Türkleri, genel olarak Alevilere dini nedenlerden ötürü zulmetmediler. Fakat zaman zaman, özellikle de 19. yy.da Osmanlı paşaları, Alevilerin özerklik merkezlerini dağıtıp merkezi idarenin otoritesini kabul ettirmek için Ansariyye bölgesine askeri seferler düzenlemişlerdi. Aralıklı olarak onlarca yıl süren uzun bir dizi silahlı çatışmalardan sonra Osmanlılar; - idamlar, tutuklamalar, sınır dışı etme, silahsızlandırma, hatta askere çağırma ve vergilendirme gibi yollarla - Alevilerin askeri ve siyasi güçlerini oldukça zayıflattılar ve asırlar boyunca ilk defa olarak hükümetin otoritesine boyun eğdirdiler .

Nusayrilerin tarih boyunca acı katliam ve iftira çektikleri tarihi bir gerçektir. Ama bu topLum için en acısı iftiralar olmuştur.
İşte bir tane örnek:
Nusayriliğin kurucusu İbn Nusayr, Şiî-İmamiyyenin onuncu imamı Ali en-Nakî'nin hayatında onun tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu iddia ediyor; onun hakkında aşırı görüşler ileri sürerek tenasuhtan söz ediyordu. Onun ilahlığını söylüyor ve haramları helal kılıyordu. Bir rivayete göre de, İbn Nusayr, İmamiyye'nin on birinci imamı Hasan el-Askeri'nin (260-873) "bab"ı olduğunu ileri sürmüş ve onun vefatıyla da oğlu Muhammed b. el-Hasan'ın mehdiliğini kabul etmiştir (E.Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, s. 143, en-Nevbahtî, Fırakuş-Şî'a, nşr. M.Sadık, Necef 1936, s. 193).
Bu satırları yazan kişi Abdurrahim Güzeldir. Önceki kişilerin iftiralarını yuvarlayıp atmış. Muhammed bin Nusayr hiçbir zaman için peygamberlik iddia etmemiştir. Nusayri inancında da böyle bir şey yoktur. 10. imamın ilahlığı gibi bir iddia Nusayrilikte yoktur ve Muhammed bin Nusayr da böyle bir iddia da bulunmamıştır. Haramları helal kılma iftirası insan onuruna yakışmayacak bir iddia. Amaç cinsel sapıklığı öne çıkarmak. Yani Nusayrilerin cinsel sapıklık yaptıklarını iddia etmek. Çağımızın objektif yazarlarından Ömer Uluçay’ın konuya ilişkin yazısı:

883 senesinde vefat eden Muhammed İbn Nusayr, onikinci imamın naibi olduğunu iddia etmemiş ve Ehli-Beyt imamlarının mezhebine tabi olan bir Alevi idi ve onların dininden başka bir din seçmemiştir.
Muhammed İbn Nusayr, hiçbir zaman peygamberliği iddia etmemiş, her şeyi mübah saymamış ve Ehli-Beyt imamları hakkında aşırı inançlar gütmemiştir. Yaşadığı hayatın sonuna kadar Ehli-Beytin on iki imamına, büyük bir sadakatla bağlı kaldığını ispatlamıştır. (Ömer Uluçay)

sayın Abdurrahim Güzel'in yazdıklarına devam edelim:

Haçlı seferleri esnasında Haçlı ordularına yardım etmiş ve Müslümanların aleyhinde Hıristiyanlara destek olmuşlardı. Bundan dolayı Selahaddin Eyyubî tarafından cezalandırılmışlardır. Aynı şekilde Memluklular aleyhinde Moğollara yardım ettikleri için Memluklu Sultanı Baybars'tan da baskı görmüşlerdi

Bu Abdurrahim Güzel denen şahıs varolan iftiralar yetmiyormuş gibi yeni iftiralar ekliyor. Nusayrilerin ezildiklerini inkar edemiyor olacak ki ezilişlerine gerekçe uyduruyor. Bu küstah adam bilmiyor ki Nusayrilerin en kötü iki dönemlerinden biri haçlı seferleri olmuştur. Bu küstah adam iftiracının kuranda lanetlendiğini bilmiyor mu? Biliyor ama mezhep hastalığı ona iftirayı hoş gösteriyor. Nusayriler bu kadar acıyı ve iftirayı hak edecek ne yaptılar?

Fatimilerin anormal halifesi El-Hakim Biemrillah, hilafetten ziyade Ehli-Beyt imamlığını istiyordu. Buna karşı çıkan ve halis Alevi olan Hamdaniler, Oniki İmamdan sonra başka bir imam kabul etmeyeceklerini ilan ettiler. Hamdanilerin aldıkları bu karara öfkelenen Fatimilerin halifesi, Hamdanilere kin beslemiş ve devlet adamları ile, başta Hamdaniler olmak üzere, bütün Alevileri kötülemeye başlamışlardır. İşte bu sebeple, halifenin veziri Hamza İbn Ali, yazacağını yazmış ve halifenin takdirini kazanmıştı. Hamza İbn Ali, Vilayeti Beyrut adlı kitabın yazarı tarafından yalanlanmış ve Alevilere attığı iftiralarla, büyük bir müfteri olduğuna dair parmakla gösterilmiştir (1916). (Ömer Uluçay)


Suriye'de Nusayrilik Aleyhinde Propaganda
Bölge, aşiret, din ve mezhep farklılaşmasına dayalı bir siyasi rekabet, Suriye örneğinde belirgindir. Siyasal amaçlara varmak için, din duygularının nasıl kullanıldığına ve toplumları ayrıştırdığına bir örnektir. Müslüman farklı grupların, siyasi mücadelede, din faktörünü kullanmaları nedeniyle, yazılmış kitapların değerlendirilmesinde bu hususu unutmamak gerekir. Yani dini dergilerde, dini terminoloji ile, masumane dini değerlendirme gibi takdim olunan konuda, siyasal arka planı bilmek gerekir.
Nikolaos Van Dam, bu konuda yazdığı eserde, politik din mücadelesinin örneklerini, boyutlarını (Suriye örnek) bildirmektedir:
* Suriye-Irak uzlaşmasının ardından ... sorumluların kökten dinci Sünni Müslüman muhalif gruplar olduğu anlaşıldı. Bu gruplar İslam karşıtı ve imansız olarak gördükleri Alevi mezhebine... karşı kin duyuyordu.
* Suriye Müslüman Kardeşler Örgütünden farklı olan ve kendilerine Mücahidin (Mücahitler) adını veren bir grup Cihad [Kutsal Savaş] ilan ettiğini bildirerek; el-Nadhin adlı yayın organındaki makalelerde, Aleviler hakkındaki düşüncelerini net olarak açıklamışlardır: Onlardan 'Nusayri (Alevi) düşman' ve 'islamın dışındaki kâfir Nusayriler' olarak söz ettiler. Rejime karşı yürüttükleri mücadelelerin baskı altında tutulan (Sünni) Müslüman çoğunluk ile kâfir Nusayri azınlık arasındaki savaş şeklinde tanımladılar.
* Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, devlet rejiminin din ile siyaseti ayıran kesin çizgisine (seküler) rağmen, bu dönemde (1980) bazen konuşmalarında Allahu ekber diyerek başlardı, arada Ayetler okudu, açıkça Müslüman olduğunu bildirdi. Şam'da Emeviyye camisinde namaz kıldı.
Ne var ki, Hafız Esad vefat edince (10 Mayıs 2000), İslam dinine uygun bir cenaze namazı-töreni ile defnedilmiş ve olay TV ile naklen yayınlanmış, ülkemizde de izlenmiştir.
• Mezhep çatışması, siyasi propagandaya mesnet olunca tüm toplumsal katmanlar bundan etkilenmektedir. Nusayri karşıtı yayınların sayısı artmaktadır. Buna karşın Alevilerde savunma-açıklama amaçlı yayınlar yapmaktadırlar. Bunlar arasında Lazkiyeli avukat Haşim Osman ve Şeyh Abdurrahman el-Hayyir'in kitapları önem arzetmektedir.

Nusayriler için yavuz katliamından sonra yukarı göç başladı. Önce Lazkiye ve ardından Hatay ve Çukurova bölgesi yerleşim yerleri oldu.
şuana kadar ki kısımları biraz araştırma yapan herkes, doğrularıyla ve yalnışlarıyla ve de araya girmiş iftiralarıyla bilebilir. ancak şimdi ki kısım inanç sistemleri. ayrıca nusayrilerin ailevi, toplumsal, siyasi vb yanları ortaya konmaya çalışılacaktır. bu kısımları kitaplarda doğru olarak bulmak çok zordur.

İnanç sistemleri
Zahir ve batın
Bu inanç sisteminde insanları birbirine bağlayan tek güç sevgidir. Bu sevgi Ali’den kaynaklanır. Ali tanrısal bir varlıktır. Adem’den beri bütün peygamberlerle görünen kişilik kazandıran Ali’dir. Nusayrilikte her şey zahir ve batın üzerine kuruludur. Her şeyin bir zahiri ve bir batını vardır.
Zahir; dış yüz, görünen demektir. Aynı zamanda Allah’ın 99 isminden biridir. Dini literatürde Allah’ın görünen bütün ilimlere sahip olması anlamında kullanılır.
Batın ise; iç, öz anlamındadır. Yine Allah’ın 99 adından biridir. Dini literatürde Allah’ın bilinmeyen bütün ilimlere de sahip olduğu anlamında kullanılır.
İşte Nusayriler her şeyi zahir ve batına dayandırırlar. Her şeyin bir zahiri ve bir batını anlamı vardır derler. Ali için zahirde vasi ve imamdır, batında ise Allah’ın tecellisidir derler. Mekanı da zahir ve batınla açıklarlar. Yaşadığımız evreni zahiri alem olarak nitelerler. Bu evrenin dışında Batıni bir alemin olduğuna inanırlar. bu inanç ile Eflatunun idealar inancı arasında müthiş bir benzerlik bulunur. Zahiri ve Batıni evren eflatunun idealar dünyasını çağrıştırıyor. İlerde eflatunun Nusayriler için önemi görülecek. Dinlerinde bir zahir ve bir batın yönleri olduğunu söylerler. Önemli olan Batıni manayı anlamaktır. 6. imam Cafer Es-Sadık'ın 'batıni ilmi müstahakına verin' sözüne dayanarak batıni mana herkese verilmez. Buda sırrı getirmiştir. Bu sırlar kademe kademe verilmektedir. Bütün erkek çocuklara verilen on altı tane sure vardır. (kız çocuklarına verilmemesi ilerde ele alınacak.) bu on altı tane sureden oluşan bilgilere Kitab-el mecmu denir. herkesin bu eğitim dönemi bektaşilikte ki mürşide mürid olma olayı ile benzeşir. nitekim Yunus Emre'de Taptuk Emre'nin yanında kırk yıl çile çekti. Sırların daha ötesi ilerde şeyhlik yapacak olan kişilere eğitim süreci sonunda ağır ağır verilir. Ama yine hepsi değil. Çok önemli bilgiler önemli şeyhlerde sır olarak kalır. Yeterli sayıda güven duyulan ve şeyh olacak kişilere ağır ağır verilir ve bu bilgiler bu şekilde gelecek nesillere aktarılır. Kurana ve diğer kitaplara bu gözle bakarlar. Her ayetin zahiri ve Batıni anlamlar içerdiğini söylerler.
Nusayrilikte takiyye vardır. Sırrı takiyye tamamlar. Bu; kapalı, içe dönük, Batıni, sırları olan ve ezilen bir gurubun yapması gereken bir şeydir. Can güvenliğinin yanı sıra sırrın saklanması çok önemli olduğundan takiyye ile sır örtülür. bu durum eleştirilebilir. korkanlıkla itham edilebilir. ama durum böyle değildir. iki önemli gerekçenin ilki ve en önemlisi bu bilgilerin dışarıya verilmemesi gerekliliğidir. batıni her mezhepte bu görülür. ezoterizm bugün batıni mezhepleri incelerken buna özellikle dikkat çeker. ikinci gerekçe ise bu topluluğun can güvenliğinin olmamasıdır. Nusayriler için ünlü sünni alim İbni Teymiyye nin çıkarmış olduğu fetve gerçekten büyük etkide bulunmuştur. kısacası Nusayrilerde sır saklamak önemlidir ve gereklidir.
Pir Sultanın şu dizeleri açıklayıcı olabilir:

Pir Sultanım bu bir sırdır.
Sırrını saklayan erdir.
Ay da sırdır, gün de sırdır
Gün Muhammet ay Ali’dir.

PİR SULTAN ABDAL

Nur
Nusayrilik, nur'a dayanır. İslam anlayışında, mitolojisinde nur önemli bir yere sahiptir. Allah'ın isimlerinden birisi nur , nur ul nur , Nur alanur dur. Bunun yanında bütün ruhların Muhammedin Nurun'dan yaratıldığı inancı vardır. Muhammed Ali'nin nurundan, Selman Muhammed'in nurundan, beş yetim(ilerde açıklanacak) Selmanın nurundan, diğerleri beş yetimin nurundan, ... vb yaratılmıştır. ilk nur Ali'nin nurudur. geri kalanlar ise Muhammed'in nurundan yaratılınca kainat Muhammed'in nurundan yaratılmış oluyor. Muhammed'te Ali'nin nurundan yaratılmış olduğu için bütn yaratılanlar Allah'ın nurundan yaratılmış olur. Hal böyle olunca, Nusayrilik'e göre insan, Allah'a halife olunca, adem önemli bir konuma gelir. Melekler aracılığıyla veya doğrudan Allah'la söyleşir, görevlenir. Böyle özel nurani ruh ile bezenmiş insan, Vahy ile konuşur, kutsal kitabı tebliğ eder. Böyle bir beşer, zahiri olarak insandır. Konuşan yaşayan ve sonunda vefat edendir. Ancak bu insan, batıni olarak bir başka, özel ve nadir, seçkin bir insandır. Hz. Adem'in alnındaki nur, devam ederek Abdulmuttalib'e geldi, buradan ikiye ayrıldı. Bir parçası Hz. Muhammed'de, diğer parçası Hz. Ali'de belirdi. Hz. Ali'nin Hz. Fatıma ile evlenmesiyle nur'un iki parçası Ehl-i Beyt'te birleşti denilmektedir. Peygamberin şu sözü kanıt olarak gösterilir; ‘şanı yüce Allah’a yemin olsun ki ben ve Ali dünya yaratılmadan on dört bin sene evvel bir nurduk. Ve dünyanın yaratılışını beraber izledik. O nur ademe sulb etti. Ademden Abdulmuttalib’e kadar geldi. O zaman ikiye ayrıldı. Bir kısmı babam Abdullah yoluyla bana ve bir kısmı da Ebu Talib yoluyla Ali’ye geçti.’

Ayn-Mim-Sin
Nusayrilik, bu mana-isim-bap konusuna inancın açıklanmasında, kavranmasında temel bir ilke olarak kabul etmektedir. Hatta bunu vurgulamak için özel anlamda; Ayn, Mim, Sin (AMS) demektedir. Ayn, göz demektir. Allah'ın tecellisini görmek, anlamak demektir. Ayn; yücedir, esastır, ala'dır, Ali'dir. Bu mana dır. Mim, Hz. Muhammed'dir. islamın, Kur'an'ın sözüyle, özüyle, evreni, insanı kavrayıp yorumlamaktadır. İlk yaratılan nur, Muhammed'in olduğuna göre, Adem ve sonrasındaki vekiller, hep İslamı tebliği ettiler. Öyle ise insanlığın din serüveninin adı, özü, ismi Hz. Muhammed'dir. Yani isim olandır. sin, Selman'dır. Yüce olanın, âlâ olan'ın babıdır. Mecusiliği, Yahudilik ve Hıristiyanlığı bilen, tahsil edip yaşayan ve ille de Hz. Muhammed deyip, yollara düşen, esir edilip satılan ve Medine'de Hz. Muhammed'e katılıp onun sahabesi olan, Hz. Selman-ı Farisi'dir. Bilgindir, alimdir, öğretmen ve rehberdir, örnektir ve Selman-ı Pak'tır.

Şöyle özetlenirse;
ayn(mana)(Ali)- mim(isim)(Muhammed)- sin(bab)(Selman)
Mana, anlam demektir. Anlaşılması gereken demektir. Bilinmesi gereken hazine demektir. Erişilmesi gereken gizli ilim demektir. Hal böyle olunca insanlığın amacı manayı anlamak olur. Samit(susan) olandır. Ayn yani Ali olandır. Bilinmesi gereken gizli Ali’dir.
İsim, dile getirendir. Manayı anlatandır. Manayı dile getirendir. Mananın sırlarını öğretendir. Natık(konuşan) olandır. Samit olanı Natık dile getirir. Hal böyle olunca mim olan hz Muhammed bilinmesi gerekeni bildiren olur.
Bab, kapı demektir. İsim olanın dile getirdiği gizli ilim manaya açılan kapıdır. Sin budur işte. Selman-ı farisidir. Nusayriler ona seyidi Selman derler. Seyit üstün önder, büyük olan anlamına gelir. Aynı zamanda peygamber soyunu temsil eder seyyid sözü. Peygamberin Selman hakkında ‘o bizim ehlibeyttendir’ sözüne dayanarak.
Nusayrilikte; her İmam'ın bir Bâbı vardır. Buna göre, 11. İmam Hasal el-Askeri'nin Bâb'ı Ebu Şayb Muhammed b. Nusayr el-Basri'nin en-Nümeyri'dir. 12. İmam Muhammed el-Mehdi'nin özel bir Bâb'ı olmadan gıyaba karıştı. Seyyid Ebu Şuayb Muhammed, Samarra'ya yerleşti ve görevini sürdürdü. Yerine Muhammed b. Cündüp, yerine Muhammed el-Cennân el-Cünbülâni geçti. Adıyla Cünbülâni tarikatı kuruldu. Mısır'a giderek Seyid Hüseyin b. Hamdan el-Hasiybiyi tarikatına aldı. Hasiybi, Nusayriliğin ikinci Pir'idir. Halep'te gömülüdür, türbesi Şeyh Yaprak adıyla ziyaret yeridir.
On iki İmam ve Bâb'ları
İmam.....................................Bâb
1. Hz. Ali (Ö. 661).......................Selman
2. Hz. Hasan (Ö. 670)............Kays bin Varaka
3. Hz. Hüseyin (Ö. 680)............Reşid el-Hicri
4. Hz. Ali Zeynelabidin (Ö. 713)...Kenger
5. Hz. M. Bakır (Ö. 733).............Yahya bin Muammer
6. Hz. C. Sadık (Ö. 765).............Cebir bin Yezid
7. Hz. Musa Kâzım (Ö. 799)...........El-Kahilî
8. Hz. Ali Rıza (Ö. 818)...............Fadl bin Ömer
9. Hz. M. Cevad (Ö. 835)............M. bin Mufaddal
10. Hz. Ali el-Hadi (Ö. 868).............El-Kâatibi
11. Hz. Hasan el-Askeri (Ö. 869)..İbni Nusayr
Nusayrilikte Hz. AliNusayriler için doğal olarak hz Ali çok önelidir. inanç temelleri onun üzerine kuruludur. hz Ali yi anlatmadan önce affınıza sığınarak Mevlananın hz Ali ile ilgili kasidesini suacağım. Nusayriler, diğer anadolu alevileriyle tarihsel bir bağları bulunmadığı için inanç sistemleri anadolu Alevilerinin ozanları üzerinde değildir. ama bunun nedeni bu şahısların bazıları hariç onları tanımıyor olmalarıdır. ama ozanların deyişleri Nusayriliğin inanç sistemini anlatır şekilde olduğu gibi nusayrilerin diğer Anadolu Alevileriyle tarihsel olmasada inançsal bağları olduğunu gösteriyor. yeri gelince anlatacağım ama şimdiden söylemem gerek ki çok büyük benzerlikler var.
Na'ti Ali

O açıklayıcı imam, o Tanrı velisi safa ehlinin vücut güneşidir. Yerde, gökte, mekânda, zamanda Hakla duran o imamın zati, iç ve dış temizliğiyle Vasıflanmak vaciptir. Çünkü küfürden, ikiyüzlülükten kurtulmuştur, temizdir...
Onun konağı birlik âlemidir. Dünyevi ve beşeri sıfatlardan dışarıdır. O, insanın hakikati ve canı gibiydi. Her şey fanidir, fakat can yaşar, ölmez. Onun hareketi kendinden diri olan ezeli varlıktandır. Beka çevresinde döner dolaşır, yaratıkları yaratanın zati gibi o bakidir. Hakkın yüksek sıfatları Ali'nin vasfıdır. Hakkın sıfatları zaten ayrı değildir. O, Tanrının yapışmış O olmuştur. Hani duyduğun lâhûtun o gizli hazinesi yok mu; işte O odur. Çünkü o, haktan hakla görünmüştür. O hazinenin nakdi, tükenmez ilimdi. işte o ilimden maksût, yüce Ali'dir. Hakkın hikmetini ondan başka kimse bilemez. Zira o hakimdir, herşeyin bilginidir. ibtidasız evvel o idi, sonsuz ahirde odur. Peygamberlere yardım eden o idi, velilerin gören gözü de hakikatten odur. Yüzünün nurlu pırıltısı, kendi ziyasından bir güneş yarattı. O, hak iledir; hak ondan görünür. Hakka ki, o hak ile ebedidir. Âdem'in toprağı onun nurundan idi. O sebeple meleklerin tacı oldu; Allah'ın isimlerini ondan belirledi. O temiz ve yüce imamın ilmi sayesinde, Âdem her şeyi anladı. O nur tek olan yaradanın nuru olduğu içindir ki, melekût onun huzurunda secde ettiler. Evet, muhakkak ki, Âdem, o imamın nuru ile bütün ilahi isimleri bildi... Şit, kendinde Ali'nin nurunu gördü ve yüksek alemi öğrendi. Nuh, kendinde yüksek menzile ulaştırıncaya kadar, istediğini hep ondan buldu. Gene ondandır ki kurtuluşa eren Nuh, dehir de gayret tufanını buldu da beladan kurtulmuş oldu. Halil Peygamber, dostlukla onu andı da, ateş ona al lale oldu Nemrut’un ateşi, o Allah'ın dostuna hep gül, nesrin, lale oldu. Gene o idi ki, keyfiyle kendi koyununu İsmail’e kurban etti. Yûsuf, kuyuda onu andı da o saltanat mülkünü süsleyen tahtı buldu. Yakup onun önünde bir çok inledi de Yûsuf'un kokusunu alıp gözleri açıldı. İmran'ın oğlu Mûsa, onun nurunu gördü de uzun geceler hayran kaldı. Kırk gece kendinden geçti; kavuşma ve görüşme zevkine daldı. Sonra dedi ki: Yarabbi! Bana bu lütuftan bir âlâmet ver Hak ona iste sana Yed-i Beyza (Nurlu el)'i verdim;dedi. Gene Ali'nin vergisidir ki, Meryem'e arkadas oldu da Isa vücuda geldi... O seriatte ilim sehrinin kapısıdır. Hakikatte ise iki cihanın beyidir. İki cihanın sultani Muhammet, hakka yakınlık gecesinde, Allah'a kavuşmanın harem yerinde onun sırrını gördü. Ali'nin nutkunu, Ali'den dinledi. Ali ile birleşilen o yerde Ali'den başkası bulunmaz. Allah yolunda gidenler isteyicidirler; Ali istenilendir. Söyleyenler söylerler, susarlar. O susmaz söyler. Ebedi ilim, onun göğsünde parlayıp görüldü. Vahyolunanların sırlarını,
o hakikat olarak bildi ve bildirdi. Ümmetine haykırdı:
-- Allah yolunda Ali, sizin kılavuzunuzdur.
Allah'a içi doğru olanlar yüzlerini ona çevirmişlerdir. Zira o şahtır, doğru yolu gösterendir, efendidir...
O bütün peygamberlerin sırrında idi. Cenabı Mustafa:
-- Benimle açıkça beraber bulundu dedi.
Dinde evvel, ahir o idi. Allah ile içli dışlı idi... İste bunları söyledim ki, bu yüksek mananın nüktesini öğrenesin de yüksek velayete eresin. Sence apaçık bilinsin ki, hakkiyle yüce olan odur.

Ey efendi! Benimle boşuna kavga etme bu böyledir. Hakikat
budur ki, hepimiz zerreyiz, güneş odur. Biz hepimiz damlayız,
deniz odur.

Cihan var oldukça Ali var olur
Cihan var olurken de Ali vardı.
Cihanın temeli suret buluncaya kadar var olan Ali idi. Yer resmedilinceye, zaman husule gelinceye kadar var olan Ali'idi. Veli, vasiy olan şah Ali, cömertliğin, keremin, bağışın Sultani Ali idi. Ali'den ötürü melekler Ademe secde ettiler. Adem bir kıble gibi idi, secde olunan Ali idi., Adem de, Sit de, Eyyub de, İdris de, Yusuf da, Yunus da, Hud da, Musa da, Isa da, İlyas da, Salih peygamber de, Davud da Ali idi. Nefsin tamamından ötürü cihan sofrası üzerinde elini bulaştırmayan kahraman aslan Ali idi. Kur'an'ın yer yer, ayetlerinde Tanrı’nın ismetini vasf ile övdüğü Kur'an sırlarının kaşifi Ali idi. Kapısının toprağı kadir ve kıymette Arşın semasından daha ileri geçen, o durmadan hakka secde eden arif Ali idi. İslam’ın yolunda is düzelmedikçe , durup dinlenmeyen o şerefli, vakarlı Sah Ali idi. Hayber kalesinin kapısını bir hamlede koparıp açan o kaleler fatihi Ali idi. Afaka her bakışımda gördüm ki, yakın yüzünden her varlıkta var olan Ali idi. Bu küfür olmaz, küfrolan bu söz değildir.

Cihan var
oldukça Ali var olur,
cihan var olurken de Ali vardı.

Tebriz'in Şems-ül Hakki cihanın gizli ve açık sırlarından her ne
gösterdinse hepside Ali idi.
MEVLANA CELALEDDİN RUMİ


nusayriler için hz Alinin hutbeleri de çok önemlidir. burda bir çok sırrı örtülü bir şekilde aktardığını söylerler. yine konuya açıklayı olsun diye bir hutbesini aktaracağım. o zaman nusayrilerin inançların izlerini bu hutbede görebilirsiniz.

Hz Ali bir hutbesinde şöyle buyuruyor:
Benim o nur ki, Musa ondan iktibas eyledi; benim, Sur'un sahibi; benim, her mezarlarda yatanları kabirlerinden çıkaran; benim, kıyamet günündeki dirilişin sahibi; benim, Nuh'un kurtarıcısı ve sahibi olan; benim, Musa'ya konuşanın sırrı; benim, gayb aleminde ruhlara konuşan; benim, daim ve baki olan emir; benim, hakkın velisi olan.
Benimdir tüm yaratılanlar; benim, sözümü değiştirmeyen ve yaratılmışların hesabı ona dönecek olan; benim, tüm yaratılmışların emri olan aktarılan; benim, yaratan Allah'ın halifesi; benim, beldelerine Allah'ın sırrı ve kulları üzerine hücceti olan; benim, Allah'ın emri.
Benim, Allah tarafından ona itaat vacip kılınan; benim, hayatta baki olup ölmeyen ve ölsem de hiçbir zaman ölü olmayan; benim, saklı kalan İlah'ın sırrı; benim, olan ve olacak her şeyden haberdar olan; benim, iman edenlerin namazı ve orucu; benim, iftihar ve menakıb konularının sahibi; benim, yıldızların sahibi olan; benim, Allah'ın ağrı veren azabı; benim, ilk kuvvetli zalimleri helak eden; benim, devletleri var edip yok eden; benim, şiddetli yer sarsıntılarının ve musibetlerin sahibi olan.
Benim, güneş tutulmasının ve yere çöküşün sahibi; benim, Firavun'ların kanını bu kılıcım ile yere akıtan; Kalu bela da Allah'ın onun itaatini emretmiş olduğu kişi benim, zuhur ettiğimde beni inkar ettiler ve şanı yüce olan Allah bu durum hakkında şöyle buyurdu: O geldiğinde, onu tanımadılar ve bu inkarları ile küfre saptılar (ayet); benim, nurların nuru; benim, arşı temiz olanlar ile taşıyan; benim, önceki kitapların sahibi: Benim, Allah'ın kapısı, kim bunu inkar ederse o kapıdan cennete giremeyecektir; benim, meleklerin yatağına izdiham ettiği; benim, yeryüzünün tüm kısımlarında tanınan kişi; benim, güneşin onun için iki kere geri döndüğü.
Benim, cennetin ve cehennemin anahtarları elinde olan; benim, Resulallah (S.M) ile yer ve gökte beraber olan; benim, hiçbir ruh daha harekete geçmeden ve hiçbir nefs nefes almadan önce tesbih eden; benim, ilk asırların sahibi; benim, susan, natık olan ise Muhammed'dir; Musa'yı denizden geçirip, Firavun'u askeri ile denizde boğan; benim, hayvanların fısıltısını ve kuşların dilini bilen; benim, yedi gök tabakasını ve iki yer tabakasını, bir gözün açılıp kapanması zarfında dolaşan; benim, İsa'nın dili ile onun yerine beşikte konuşan.
Benim, arkamda İsa namaz kılacak; benim, Sur içinde Allah'ın istediği şekilde hareket eden; benim, hidayet yolunun çerağı; benim, takvanın anahtarı; benim, son ve başlangıç; benim, kulların amellerini gören; benim, alemlerin Rabbinin emri ile yerlerin ve göklerin bekçisi olan.
Benim, hak ile hükmeden; benim, dinin diyanetçisi olan; ben o kişiyim ki ancak vilayetime bağlı olanların amelleri kabul edilerek ve benim sevgim ile başlanan işler ancak kabul edilecek; benim, feleğin gidişatından haberdar olan; benim, Mikail'in (a.s) indirdiği yağmur tanelerinin ve savurduğu tozun Allah'ın izni ile sahib olan; benim, iki kere öldürüp iki kere ihya eden; benim, her istediği şekilde zuhur eden; benim, yaratılanların sayısının ne kadar çok olsalar da ihsan eden; benim, ne kadar çok olsalar da hesaplarını veren.
Benim o kişi ki, nezdinde peygamberlere indirilen kitaplardan bin tanesi var olan; ben o kişiyim ki vilayetimi bin tane ümmet inkar etti ve hepsi ve hayvana döndürüldü; benim, ilk zamanda zikredilen ve son zamanda zuhur edecek olan; benim, zalim ve gaddarları yerlerinden çıkarıp son zamanda onlarla hesaplaşacak olan; benim, Ya'us, Ya'uk ve Nusr'a şiddetli bir azap ile ceza verecek olan (bu üç isim cahilliye devrinde putların adlarıdır. İmam hazretleri kendi devrinde yaşamış olan üç muhalifinin adlarına rumuz olarak kullanmıştır).
Benim, her lisan ile konuşan; benim, doğularda ve batılarda tüm yaratıkların amellerine müşahid olan; benim, Muhammed olan ve Muhammed'dir ben olan; ben o manayım ki, ona ne bir isim ne de bir şüphe düşer; benim, kurtuluş kapısı ve benim La lavla vela kuvvete illa billahi'l-Aliy'ul-azim olan!!!

Bu hutbe seyyid Haşim el-Bahrani'nin Lavami'un-Nuraniyye adlı eserinden alınmıştır.

Ali, Nusayriler için herşeydir. Nusayrilik Ali merkezinde döner. Tanrının iradesinin ilahi tecellileri olduğuna inanırlar. yedi ilahi tecelliden bahsedilir. (aslında on dörttür. bu durumu daha sonra izah edeceğim.) her ilahi tecellide bir mana, bir isim ve bir bab gelmiştir.
mana..............isim..................bab
Habil................Adem................Cebrail
Şit...................Nuh..................Yay il bin Fatin
Yusuf...............Yakup...............Ham bin Kuş
Yuşa................Musa................Dan bin Aşbavüt
Asaf................Süleyman............Abdullah bin Sim'an
Şem-un Al-Safa...İsa.....................Rüzbih bin Satr Al'a'imma
Ali....................Muhammed..........Selman-ı farisi

Nusayriler kendileri için önemli kişileri gök cisimleriyle sembolleştirirler. Nusayriler en önemli üç kişi olan Ali, Muhammet ve Selman'ı güneş, ay ve gökyüzüyle sembolleştirir. Muhammet güneşle sembolleştirilir. mekanı güneş olarak kabul edilir. Ali ve Selman da iki'ye ayrılırlar. nusayriler için en geçerli iki ayrım bu görüşten kaynaklanır. daha çok Hatay'ın güneyinde yoğunlaşan klaziler Ali'yi ay ile sembolleştirirler. Hatay'ın kuzey tarafı ve Çukurova yöresi ise ay Selmanın mekanıdır derler. Ali ise gökyüzüyle sembolleşir. diğer sahabeleride yıldızlarla sembolleştirirler. özellikle beş sahabe çok önemlidir.

Beş Eytam
Nusayriler, gökteki yıldızlar gibi, yerde de yıldızların bulunduğuna inanmaktadırlar. İyilik, hizmet ve sevgi örneği insanlar daima var olacaktır. Bunların birer yıldız olduklarına inanılır. Bu nedenle, beş örnek sahabeye (Eytam) ayrı bir önem verirler. Yerden göğe çıkan bu yıldızlar; mükemmel, yetkili, ilimli, haliyle örnek, eğiten-öğreten, dünyanın aldatıcı cazibelerinden vazgeçmiş, yetim, maldan-şaldan-gösterişten-azamet gösterisinden sıyrılmış olan sahabelerdir. Bunlar; salt insanlık aşkıyla, AMS sıtkıyla, cemiyet için hizmet eden, mümtaz rehber zatlardır. Bunların topluma hakimiyet yörüngesinde, Abuzer-i Gıfari'nin sadakat ve fakir yaşamı, azim ve sebatı geçerli olur. Sermaye ve yönetici sorgulanır, gerçek aranır. Mikdat b. Amr ile toplumda celadet, muzafferiyet, şahadet, hak bildiğini savunmak öncelik alır. Abdullah b. Revaha ile, ilim, şiiriyet, aşk, cezbe, Peygambere yakınlık ve yardım, şiirler ile ayetlere eşlik etmek dile gelir. Onunla birlikte ve onun şiirleri okunarak Hendek kazılır. Kâbe'de putlar yıkılır. Kanber el-Devsi ile; sadakat, hizmet, inanç uğruna can vermek, böylece kaçmışları safa davet etmek, ölmüşleri diriltmek, külleri ateşe döndürmek göze-söze gelir. Osman b. Ma'zun ile; fikre-inanca (İslam’a) katıldıktan, ikrar verip iman ettikten sonra; sürgüne, işkenceye, zulme dayanıp ülkeyi terk etmek ve sonra avdet ile davaya hizmet etmek, hak bildiğini söylemek, cefaya rağmen başkasının himayesini reddedip kendince yaşamak azmi dile gelir. Tabi bu sahabelerin yıldız benzetmeleri de Batıni bir meseldir. İşin bu kısmını görmesen onların şekilsel yönüne bakarsan gerçekte de sahabelerin yıldız olduklarına inandıklarını düşünürsün. Dediğim gibi Nusayrilikte her şey zahiri ve Batıni açıklamalıdır. Batıni öğretilerde sık sık kullanılan mesellerle(benzetmelerle) anlatma yolu vardır. Buna da hz İsa’dan örnek verirler. Onun her şeyi mesellerle anlatmasını örnek gösterirler.



Kitab el-Bakura ve Kitab el Mecmu
Kitab el-Bakura el-Süleymaniyye fi-keşfi Esrar el-Diyane el-Nusariyye adlı bu kitap, 1863 yılında Beyrutta Arapça olarak yayınlandı. Bu kitap E. Edward Salisbury tarafından Arapça aslıyla birlikte, (1864) İngilizceye çevrildi. René Dussaud, Arapça aslıyla birlikte Fransızca'ya çevirdi (1990) ve ayrıca L. Massignon, İslam Ansiklopedisi için Nusayriler maddesini (1908) ve ayrıca R. Basset'in Dussaud'dan özetlediği makalelere, harita, cetvel, fotoğraflar ekleyerek yayınladı (1920).
Kitab el-Bakura da, el-Hasibinin yazdığı bildirilen 16 Sure yer almakta ve buna Kitabel-Mecmu denilmektedir. N. Çağataş ile İA. Çubukçu, el-Bakura ile Vilayet-i Beyrut kitabından alıntı-çeviri yaparak Nusayrilik hakkında yayın yaptılar.
Vilayet-i Beyrut Kitabı
Vilayet-i Beyrut kitabı, Vali Azmi Bey tarafından 1916 senesinde Beyrut'ta basıldı. Bu kitap; Beyrut Ticaret Bürosu Müdürü Refik el-Temiymi ve yardımcısı Muhammed Behçet tarafından yazılmış, kitapta tüm dinler yanında Nusayrilik de işlenmiştir. Kitabın yazımında Fransız misyoner Alfred Fouille, Beyrut Din Fakültesinden Vandik, Hıristiyan okulu öğretmeni Pere Lammens ve Nusayriler tarihini yazan Arkeolog Rene Dussaud'dan yararlanılmıştır. Kitabın 2. cildi İsmailiye ve Nusayriye'nin din ve adetlerini eleştirmekte; el-Bakura, Hamza b. Ali, Şehristani, İbni Teymiyye gibi, Nusayrilere zıtlığı bilinen kişilerin görüşlerini tekrarlamaktadır.

__________________
NUSAYRİLİKTE REENKARNASYONNusayrîlik’te “tenasüh” vardır. hakkın, nûrun tecellisi vardır. İslamiyet’te, “tenasüh” inancının varlığı tartışılmaktadır, varlığına dair bazı ayetlerin açık ifadeleri örnek gösterilmektedir. insanın dünyaya arınmaya geldiğini söylerler ve arınma tamamiyle gerçekleşinceye kadar. ruh tekrar tekrar yeni bedenlerle dünyaya gelir. kötülük yapanların, Allah'a ve Ehlibeyt'e dil uzatanların düşük dereceli bedenlerde dünyaya gelmesi vardır. kısacası bazı ruhlar belirli bir süre hayvan bedenlerinde de dünyaya gelir. Nusayriliğe göre amaç arınmak ve Rab'be dönmektir. O'nun(Tanrı'nın) kuranda dediği gibi nurunu tamamlamaya çalışması yarattıklarının arınıp kendine dönmesidir. Hatay'da yaşayanların çok büyük çoğunluğu da bu olaya tanık olduklarını idda ederler.

NUSAYRİLERDE İBADET YERLERİ

Nusayrîlerin dini “ziyaretgahları” vardır. Bunlar türbe, makam, yatır şeklindedir. ama ibadet merkezi değildir. nusayrilerin ibadet yerleri temiz olan heryerdir. genelde evlerinde ve bazı zamanlar ziyaretlerde ibadet ederler. ama ziyaretler ibadet için yapılmaz. İstisnasız hepsi temiz ve bakımlıdır. Hepsinde su, ışık, ihtiyaç yerleri vardır. Kurban kesim bölümleri, pişirme yeri ve gereçleri yeterli kap ve kazan hastaların kalmaları için oda ve yatak da vardır. Ziyaretgah lahdi, üzerinde ayetler yazılı yeşil bir örtü ile kapatılmıştır. Lahdin üzerinde pek çok sayıda Kur’an bulunmaktadır. Lahd odasında Türkiye Devleti Bayrağı asılıdır. Dini tablolar, levhalar, dualar, Hz. Ali, Hz. Hüseyin ve On İki İmam ile Zülfikar tablolarının arasında Mustafa Kemal Atatürk’ün portreleri de bulunmaktadır. ziyaretlerin yapılma nedenleri;
1)nur yağdığına inanılması: bu ziyaretlerin yapılmasındaki en önemli bir kaç nedenden biridir.
2)türbenin bulunduğu yerin isminin kutsal kitaplarda geçmesi: örneğin Hatay'da Samandağı ilçesi, Çiğdede mahallesinde ki ziyaretin bir makamıda Sultan Habibi Naccar Kuran'da yasin suresinde anlatılmakta olduğuna inanılır.(yasin 13-29)
(bu olay daha sonra incelenecek)
3) Nusayriler için kutsal olan kişilerin o yerden geçmiş olması: örneğin Hatay'da üç dört tane Hızır ziyaretleri nin oraya Hızır(as) uğradığına inanıldığı için yapılmıştır.
4) Nusayriler için kutsal olan kişilerin rüyada görülmesi.
bunun gibi nedenlerle ziyaretler yapılır. ziyaretlerin bazıları tek makamlı, bazıları ise çok makamlıdır.
ziyaretin içine bayanlar başörtülü girer.