30 Ekim 2012 Salı

Aleviler ve Kurban Bayramı

Aleviler ve Kurban Bayramı
Kurban1Musa Kazım ENGİN/
ALEVİLER VE KURBAN BAYRAMI
Kurban, kelime olarak Arapça "Kurb" sözcüğünden türemiştir. Anlamı "yakın olmak",   “yaklaşmak" demektir.
Dini bir terim olarak kurbanlık, Hakk'a yaklaşmak niyetiyle belli günlerde kesilen hayvana verilen addır.
Tevrat'ta ve Kur'an tesfirlerinde anlatıldığına göre, İbrahim Peygamberin Hakk'a "Eğer bir oğlum olursa onu senin yoluna kurban ederim" diye yakarışının arından dünyaya gelen oğlu İsmail'i, verdiği söz de durarak, Hakk yoluna kurban etmek ister. Bunun üzerine Cebrail tarafından bir koç indirilir ve İsmail kurban olmaktan kurtulur. O günden bu yana, kurban geleneği bütün inançlarda yerini almıştır. Bu gelenek bir bakıma o zamanlara kadar "insan kurban etme geleneğini" de ortadan kaldırmıştır.
Eski uygarlıklarda çok tanrılı dönemde, "doğa üstü" güçlere "hoş görünmek", onlardan kötülüklere engel olmalarını istemek, şükranlarını sunmak için yapılan dinsel törenlerdi. Tarihsel süreçte inanç mensupları yalnız insan ve hayvan kesmek yoluyla değil, çeşitli ürünler sunmak yoluyla bu dinsel törenleri gerçekleştirmişlerdir.  En eski inançlardan, günümüz çağdaş toplumların inancına kadar kurban olgusunun kaynağı üstüne çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür. Kurban hemen bütün inançlarda kanlı ve kansız olmak üzere iki biçimdir.
Kanlı kurbanlar insan ve hayvanlar, kansız kurbanlar yiyecek ve içeceklerdir. Kurban inancı adak inancıyla da bağımlıdır. İnanç gereği Tanrıya her zaman, ya da o an için haz vermek üzere kurban sunulur. İnsanların kurban edilmesi ilk çağların yakın dönemlerine kadar sürmüştür. Bu öykülerin mitolojik açıdan gerekçelerini bilim adamları açıklamaktadır. Bir takım doğa afetlerine karşı "Tanrıların gazabından" kurtulmak için genç insanların kurban edildiği tarihi tapınaklara halen Anadolu'da rastlanmaktadır. Maalesef bu tip "insan kurban edilmesi" anlayışı şeriatçı-yobaz çevrelerin bir kısmında zaman zaman görülmektedir.

isaibrahimkurbanİbrahim peygamber zamanında, İsmail'in yerine "inen koç"un kurban edilmesiyle, insan kurban etme geleneği "iyi yürekli Tanrı" tarafından kaldırılmıştır. Müslümanlıkta kurban kesmek Hicrettin ikinci yılında emredilmiştir.
Kurban kesmek farz değildir. Kurban namazı da farz değildir. Hanefi mezhebine göre kurban kesmek vaciptir. Sünni mezhebe göre bayram namazına giden sevap kazanır, yapmayan inkar eden dinden çıkmaz.
Sünni İslam'da 5 çeşit kurban vardır. Hac farizesini yerine getirenlerin veya hacca gidenlerin kestiği kurbana Udhiyye (Vacip) kurban denir. Hacca giden bir kişi hac yolunda veya hac yerinde bir günah veya kusur işlerse, bir hatta yaparsa kestiği kurbana Hedy kurban denir. Nezir (Adak) kurbanı vardır. Nesike (Akika) denilen kurban yeni doğan çocuklar için kesilen kurbandır. Nafile Kurban, Allah için kesilen kurbandır. Sünni İslam inancında olanlar her sene hacca giderken kestikleri kurbana Udhiyye ve yapılan törene bayram derler.
Son zamanlarda İslam teologları ve bir takım bilim adamları Kur'an'da kurban kesmenin emredilmediğini söyleyip duruyorlar ve tartışmalar gittikçe yoğunlaşıyor. (Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriye Beyaz, Hüseyin Hatemi vb) ama buna rağmen Türkiye'de bilinçsizce dinin hiç emretmediği bir şekilde hayvanlara işkence ve eziyet yaparak ortalığı kan gölüne çevirmek ibadet değildir.
 Aleviler esas olarak kurbanı "YOLA KURBAN OLMAK VE YOL UĞRUNDA GEREKİRSE BOYNUNU VURDURMAK" olarak algılarlar.
Alevilerde ise kurban dendiği zaman asıl kurban nefsini tığlamaktır. Çünkü Alevilerde dualarda "canım kurban tenim tercüman" diyerek ikrar verip ikrarında durmaktır, ilim ve irfanla olgunlaşıp erenler yolunda el ele el hakka insani kamil mertebesine erip o meydana gelmektir. Alevilerde Piri  evine geldiğinde, Cem yapıldığında, Hızır ve Muharrem ayı geldiğinde, Müsahiplik tutulduğunda, herhangi bir dilekte bulunulduğunda adağını yerine getirmek ve Hakk'a yürüyen bir aile bireyi niyetine lokma vermek için kurban kesilir.
 Allah Allah deyip gel bu meydana
Can baş feda edip götür kurbana
Boyun eğip yüz sür Şahı Merdana
Erenler bu meydan er meydanıdır.
Canım erenlere kurban
Serim meydanda meydanda
İkrarım ezelden verdi
Canım meydanda meydanda
Gerçek olan olur gani
Gani olan olur veli
NESİMİ'yim yüzün beni
Derim meydanda meydanda
Alevi inancının temeli ikrar vermektir ve ahdine sadık olmaktır.
Yani "ÖL İKRAR VERME, ÖL İKRARINDAN DÖNME" anlayışı ile ikrarına sadık, sözünden dönmeyen, ahde vefalı, ve yolu uğruna canını seve seve verecek kamil insanı yaratmak Aleviliğin temel anlayışıdır. Alevilikte hak yemeden, hak yedirmeden insanca mutlu yaşamak "dünyada cennet" için mücadele etmek, insanlık yoluna hizmet etmek en büyük kurbandır..
Hüseyin, Eba Müslüm, Hallac-ı Mansur, Seyid Nesimi, Pir Sultan, Bedreddin, Seyit Rıza ve tüm Alevi uluları bu yolda, kaç baş koç veya deve kurban kestikleri ile değil, gerektiğinde insanca yaşama uğruna, bu yola (amaca) kendi başını 'kurban' verdikleri için anılır. Amaç canlara işi, aşı yaşamı, kan akıtmadan her şeyi paylaşmayı, birbirine 'kurban olmayı' sevmeyi öğretmektir. Alevilerin birbirine tüm canlara ve Hak'a vereceği en büyük kurban SEVGİDİR.. Alevilikte "kurban" lokmadır.
Bu temel anlayışı yine çeşitli törenlerle kurban adayarak yerine getirmekteyiz.
Aleviler Piri evine geldiğinde, Cem yapıldığında, müsahiplik tutulduğunda, uzun süre çocuğu olmayanların çocuk sahibi olması halinde, sünnet, kirvelik, düğün sırasında, Hakk'a yürüyen Can'a yapılan hizmet, Hızır ve Muharrem oruçları, Hıdırellez şenlikleri, Hz. Ali'nin doğumu ve Nevruz törenleri, sırasında ve özel adaklarında Kurban keserler. Bunların tümü aslında ikrara  yöneliktir ve ahde vefayı simgelerler.
Kurban gece kesilmez. Aleviler ulu orta yerlerde kurban kesmezler ve cana kıymazlar, geçmişte Ahiler kendi cemaatlerine avcıları almamışlardır, "Can olan hiçbir şeye  kıyılamaz"dı onlar için.. Alevilerde kurban vardır fakat bayram namazı yoktur.
psulapdalYetmiş deve ile Kabeden gelsem
Amentü okusam abdestim alsam
Ulu camilerde beş vaktim kılsam
Mürşide varmadan yoktur çaresi
Arafatta kurban kessem yedirsem
Hac kurbanın kabul oldu dedirsem
Pir aşkına su doldursam su versem
Mürşide varmadan yoktur çaresi /
Kul Himmet
Bu gün Alevi-Bektaşiler artık kanlı görüntülerden uzakta özellikle şehirlerde kurumlarımıza maddi katkı yaparak, olanakları bulunmayan kişilerin çocuklarına eğitim katkısı ve bursu vererek kurbanlarını "kansız" ve en yararlı bir şekilde yapabilirler.
Bu konuda dedelerimizin de sünni etkileşimden uzak gerçekleri halka anlatmasında fayda vardır. Nitekim "Ramazan Bayramı" yapmak isteyen canlara bazı Cem evlerinde Alevilerin Ramazan konusundaki düşünceleri,  fikirleri ve tarihsel gerçekler anlatılmış Canlar konuyu kısa sürede idrak etmişlerdir. Kurban Bayramı vesilesi ile de dedelere gerçeklerin anlatılması, halkımızın aydınlatılması konusunda büyük görevler düşmektedir.
Bu konuda gerekli bilgi kendi tarihimizde, nefeslerimizde, deyişlerimizde, yol önderlerimizin sözlerinde ve davranışlarında mevcuttur.
Aleviler ve Kurban Bayramı
Kurban1Musa Kazım ENGİN/
ALEVİLER VE KURBAN BAYRAMI
Kurban, kelime olarak Arapça "Kurb" sözcüğünden türemiştir. Anlamı "yakın olmak",   “yaklaşmak" demektir.
Dini bir terim olarak kurbanlık, Hakk'a yaklaşmak niyetiyle belli günlerde kesilen hayvana verilen addır.
Tevrat'ta ve Kur'an tesfirlerinde anlatıldığına göre, İbrahim Peygamberin Hakk'a "Eğer bir oğlum olursa onu senin yoluna kurban ederim" diye yakarışının arından dünyaya gelen oğlu İsmail'i, verdiği söz de durarak, Hakk yoluna kurban etmek ister. Bunun üzerine Cebrail tarafından bir koç indirilir ve İsmail kurban olmaktan kurtulur. O günden bu yana, kurban geleneği bütün inançlarda yerini almıştır. Bu gelenek bir bakıma o zamanlara kadar "insan kurban etme geleneğini" de ortadan kaldırmıştır.
Eski uygarlıklarda çok tanrılı dönemde, "doğa üstü" güçlere "hoş görünmek", onlardan kötülüklere engel olmalarını istemek, şükranlarını sunmak için yapılan dinsel törenlerdi. Tarihsel süreçte inanç mensupları yalnız insan ve hayvan kesmek yoluyla değil, çeşitli ürünler sunmak yoluyla bu dinsel törenleri gerçekleştirmişlerdir.  En eski inançlardan, günümüz çağdaş toplumların inancına kadar kurban olgusunun kaynağı üstüne çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür. Kurban hemen bütün inançlarda kanlı ve kansız olmak üzere iki biçimdir.
Kanlı kurbanlar insan ve hayvanlar, kansız kurbanlar yiyecek ve içeceklerdir. Kurban inancı adak inancıyla da bağımlıdır. İnanç gereği Tanrıya her zaman, ya da o an için haz vermek üzere kurban sunulur. İnsanların kurban edilmesi ilk çağların yakın dönemlerine kadar sürmüştür. Bu öykülerin mitolojik açıdan gerekçelerini bilim adamları açıklamaktadır. Bir takım doğa afetlerine karşı "Tanrıların gazabından" kurtulmak için genç insanların kurban edildiği tarihi tapınaklara halen Anadolu'da rastlanmaktadır. Maalesef bu tip "insan kurban edilmesi" anlayışı şeriatçı-yobaz çevrelerin bir kısmında zaman zaman görülmektedir.

isaibrahimkurbanİbrahim peygamber zamanında, İsmail'in yerine "inen koç"un kurban edilmesiyle, insan kurban etme geleneği "iyi yürekli Tanrı" tarafından kaldırılmıştır. Müslümanlıkta kurban kesmek Hicrettin ikinci yılında emredilmiştir.
Kurban kesmek farz değildir. Kurban namazı da farz değildir. Hanefi mezhebine göre kurban kesmek vaciptir. Sünni mezhebe göre bayram namazına giden sevap kazanır, yapmayan inkar eden dinden çıkmaz.
Sünni İslam'da 5 çeşit kurban vardır. Hac farizesini yerine getirenlerin veya hacca gidenlerin kestiği kurbana Udhiyye (Vacip) kurban denir. Hacca giden bir kişi hac yolunda veya hac yerinde bir günah veya kusur işlerse, bir hatta yaparsa kestiği kurbana Hedy kurban denir. Nezir (Adak) kurbanı vardır. Nesike (Akika) denilen kurban yeni doğan çocuklar için kesilen kurbandır. Nafile Kurban, Allah için kesilen kurbandır. Sünni İslam inancında olanlar her sene hacca giderken kestikleri kurbana Udhiyye ve yapılan törene bayram derler.
Son zamanlarda İslam teologları ve bir takım bilim adamları Kur'an'da kurban kesmenin emredilmediğini söyleyip duruyorlar ve tartışmalar gittikçe yoğunlaşıyor. (Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriye Beyaz, Hüseyin Hatemi vb) ama buna rağmen Türkiye'de bilinçsizce dinin hiç emretmediği bir şekilde hayvanlara işkence ve eziyet yaparak ortalığı kan gölüne çevirmek ibadet değildir.
 Aleviler esas olarak kurbanı "YOLA KURBAN OLMAK VE YOL UĞRUNDA GEREKİRSE BOYNUNU VURDURMAK" olarak algılarlar.
Alevilerde ise kurban dendiği zaman asıl kurban nefsini tığlamaktır. Çünkü Alevilerde dualarda "canım kurban tenim tercüman" diyerek ikrar verip ikrarında durmaktır, ilim ve irfanla olgunlaşıp erenler yolunda el ele el hakka insani kamil mertebesine erip o meydana gelmektir. Alevilerde Piri  evine geldiğinde, Cem yapıldığında, Hızır ve Muharrem ayı geldiğinde, Müsahiplik tutulduğunda, herhangi bir dilekte bulunulduğunda adağını yerine getirmek ve Hakk'a yürüyen bir aile bireyi niyetine lokma vermek için kurban kesilir.
 Allah Allah deyip gel bu meydana
Can baş feda edip götür kurbana
Boyun eğip yüz sür Şahı Merdana
Erenler bu meydan er meydanıdır.
Canım erenlere kurban
Serim meydanda meydanda
İkrarım ezelden verdi
Canım meydanda meydanda
Gerçek olan olur gani
Gani olan olur veli
NESİMİ'yim yüzün beni
Derim meydanda meydanda
Alevi inancının temeli ikrar vermektir ve ahdine sadık olmaktır.
Yani "ÖL İKRAR VERME, ÖL İKRARINDAN DÖNME" anlayışı ile ikrarına sadık, sözünden dönmeyen, ahde vefalı, ve yolu uğruna canını seve seve verecek kamil insanı yaratmak Aleviliğin temel anlayışıdır. Alevilikte hak yemeden, hak yedirmeden insanca mutlu yaşamak "dünyada cennet" için mücadele etmek, insanlık yoluna hizmet etmek en büyük kurbandır..
Hüseyin, Eba Müslüm, Hallac-ı Mansur, Seyid Nesimi, Pir Sultan, Bedreddin, Seyit Rıza ve tüm Alevi uluları bu yolda, kaç baş koç veya deve kurban kestikleri ile değil, gerektiğinde insanca yaşama uğruna, bu yola (amaca) kendi başını 'kurban' verdikleri için anılır. Amaç canlara işi, aşı yaşamı, kan akıtmadan her şeyi paylaşmayı, birbirine 'kurban olmayı' sevmeyi öğretmektir. Alevilerin birbirine tüm canlara ve Hak'a vereceği en büyük kurban SEVGİDİR.. Alevilikte "kurban" lokmadır.
Bu temel anlayışı yine çeşitli törenlerle kurban adayarak yerine getirmekteyiz.
Aleviler Piri evine geldiğinde, Cem yapıldığında, müsahiplik tutulduğunda, uzun süre çocuğu olmayanların çocuk sahibi olması halinde, sünnet, kirvelik, düğün sırasında, Hakk'a yürüyen Can'a yapılan hizmet, Hızır ve Muharrem oruçları, Hıdırellez şenlikleri, Hz. Ali'nin doğumu ve Nevruz törenleri, sırasında ve özel adaklarında Kurban keserler. Bunların tümü aslında ikrara  yöneliktir ve ahde vefayı simgelerler.
Kurban gece kesilmez. Aleviler ulu orta yerlerde kurban kesmezler ve cana kıymazlar, geçmişte Ahiler kendi cemaatlerine avcıları almamışlardır, "Can olan hiçbir şeye  kıyılamaz"dı onlar için.. Alevilerde kurban vardır fakat bayram namazı yoktur.
psulapdalYetmiş deve ile Kabeden gelsem
Amentü okusam abdestim alsam
Ulu camilerde beş vaktim kılsam
Mürşide varmadan yoktur çaresi
Arafatta kurban kessem yedirsem
Hac kurbanın kabul oldu dedirsem
Pir aşkına su doldursam su versem
Mürşide varmadan yoktur çaresi /
Kul Himmet
Bu gün Alevi-Bektaşiler artık kanlı görüntülerden uzakta özellikle şehirlerde kurumlarımıza maddi katkı yaparak, olanakları bulunmayan kişilerin çocuklarına eğitim katkısı ve bursu vererek kurbanlarını "kansız" ve en yararlı bir şekilde yapabilirler.
Bu konuda dedelerimizin de sünni etkileşimden uzak gerçekleri halka anlatmasında fayda vardır. Nitekim "Ramazan Bayramı" yapmak isteyen canlara bazı Cem evlerinde Alevilerin Ramazan konusundaki düşünceleri,  fikirleri ve tarihsel gerçekler anlatılmış Canlar konuyu kısa sürede idrak etmişlerdir. Kurban Bayramı vesilesi ile de dedelere gerçeklerin anlatılması, halkımızın aydınlatılması konusunda büyük görevler düşmektedir.
Bu konuda gerekli bilgi kendi tarihimizde, nefeslerimizde, deyişlerimizde, yol önderlerimizin sözlerinde ve davranışlarında mevcuttur.

Alevilerde Kurban Gelenegi ve Kurban Bayramı

Canlar kurban kelimesinin anlamı Allaha yaklaşmak Allahın rızasını kazanmak demektir
Yani Allaha manevi açıdan yaklaşmaktır.
Aslında sadece kurban keserek Allaha manevi açıdan yaklaşılmıyor .Bir fakir sevindirmek bir yoksulun karnını doyurmak insanlara sevgiyle yaklaşmak okumak isteyipte yoksulluktan okuyamayan öğrencileri okutmak kısacası yoksulu ve fakiri sevindirmek Allahın rızasını kazanmak demektir yani kurban kesmedende bunlar yapıldığında kurban yerine geçer

Canlar kurban geleneği HZ. İbrahimin oğlu ismaili kurban adak etmesiyle başlar.
HZ. İbrahim çocugu olmadığından Allaha yakınırken ya Rabbim benim günahım neydide bu kadar malım mülküm varken soyumu sürdürecek bir evlad dahi vemedin bana diye yakarırken Tanrı İbrahimin duasını kabul edip ya ibrahim sana bir evlet vereceğim sende dünyada ençok sevdiğini bana kurban edeceksin demesiyle kurban geleneğininde temeli atılmış oldu . ismail dünyaya geldiğinde Hz İbrahim şunu anladıki dünyada ençok sevdiği oğlu ismail di ve Allaha vermiş olduğu sözü yerine getirmesi gerekiyordu.

İsmail 12 yaşına gelinceye kadar Hz İbrahim sürülerle koyun ve develer kesmesine ramen Allaha vermiş olduğu sözü yerine getirmesi gerekiyordu her gece rüyalarına vermiş olduğu söz geliyordu ve Hz İbrahim içindeki nefsi yenmesiyle ismaili kurban etmek istemide kendi varlığını Tanrı varlığında eritmesi ve böylece tümüyle Tanrıya erişmek isteğidir . Gerçektende
Hz İbrahim vucudu yoketmeden de Tanrıya varılacağını anladı. Böylece oğlunu ve kendini yok etmekten çekinip elde ettiği bu gerçek kavuşma uğruna maddi bir kurban (koç) adadı ki
Günümüze değin gelen kurban kesmenin kökü buraya dayanır.

Hz ibrahimin nefsini yenmesi ismaili bıcak altından kurtaran oydu ogünden bugüne kadar insan oğlunun kurban edilmeyişi insanlar arasında sükran ,sevinç,dileklerinin kabulolması manasında bugüne kadar bayram havasında yapılarak gelmiştir..

Bakın bukonuda Genç Abdal nediyor

Ayn i cem de herkes muradın buldu
Donandı meclisler nur ile doldu
Hep erenler evliyalar cem oldu
Bu dem bayramımız seyranımız var

Alevilerde ise kurban dendiği zaman asıl kurban nefsini tığlamaktır
Çünkü Alevilerde dualarda canım kurban tenim tercüman diyerek ikrar verip ikrarında durmaktır, ilim ve irfanla olgunlaşıp erenler yolunda el ele el hakka insani kamil mertebesine erip o meydana gelmektir

Allah Allah deyip gel bu meydana
Can baş feda edip götür kurbana
Boyun eğip yüz sür Şahı Merdana
Erenler bu meydan er meydanıdır.

Nesimi bu konuda bakın nediyor

Canım erenlere kurban
Serim meydanda meydanda
İkrarım ezelden verdi
Canım meydanda meydanda

Gerçek olan olur gani
Gani olan olur veli
NESİMİ ,yim yüzün beni
Derim meydanda meydanda

Alevilerde kurban adak yapmanın kuralları vardır her can istediği anda kurban adayamaz
Özellikle kurban kesecek canlar ev içerisinde dargın küskün olmayacak , kurban adak yaparken aileyi bir araya toplayıp herkeş rızalık vermesi gerekmektedir çünkü bizlerde rızasız lokma yenmez nasılki cemlerde rızalık verilmeden cemler yapılamıyorsa dedeler rızalık almadan cemi yapamıyorsa kurbandada aynı rızalık alınması gerek mektedir.

Alevilerde özellikle adak kurbanları herhangi bir canın bir dilek dilediğinde ,bir kazadan kurtulduğunda,dilediği bütün dileklerinin kabul olmasından sonra kurban keserler bu kurbanıda kapı komşuya ve özelikle fakirlere dağıtmaları gerekiyor.
İkrar kurbanları vardır bu kurbanlar da yapılacak bir cem esnasında gelen bütün canlara cemde lokma olarak sunulur.

Kurban bayramında ismail aşkına adamış oldukları kurbanını kesmeden önce ailesiylebirlikte bir dergahta bayram ibadeti yaparlar cem seklinde cemal camale dedenin karşısında kurban düvazları söylenir ve secde yapılır. Dergahların olmadığı yerde dedesini eve çağirır ve dede kurbanı n duasını verir ve kurban tığlanır. Alevilerde bayramdendiği zaman dargınların barışması,hasta ziyaretleri,kabir ziyaretleri,büyüklerimizi ziyaret etmek ,bir fakir doyurmak,yoksulları ziyaret etmek,ziyaretlere varıp dilek dilemek ve en önemlisi cem olup pir karşısında dua ya durmaktır

Aslı Şah ı Merdan , Güruh i Naci
Gerçeğe bağlıdır buyolun ucu
Senede bir kurban talibin borcu
Pir i Tarikata indi bu kurban

Canlar Aleviler biryerleri taşlayarak bayram yapmazlar Alevilerin bayram anlayişı yukarda sıraladıklarımızdır yaşadığım Tercan bölgesinde böyle bayram yapılır
Belki yöresel olarak küçük farklılıklar olsada öz itibariyle aynıdır yani kurban kesmekten amaç yoksulun karnını doyurmaktır fakir sevindirmektir,inancınızdaki değerleri yaşatmaktır en önemliside içinizdeki kini kibiri atarak Ailenizle birlikte pirin karşısında özünüzü dara çekmektir piri pak olmaktır.

26 Ekim 2012 Cuma

DÊRSİM YAŞLILARI, ERMENİ, QOÇKİRİ, PİRAN VE DERSİM KATLİAMLARINI ANLATIYOR

Bir Zamanlar Anadolu'da Ermeniler Vardı Hala Var

DÊRSİM YAŞLILARI, ERMENİ, QOÇKİRİ, PİRAN VE DERSİM KATLİAMLARINI ANLATIYOR
VEYVA ÇÊ SATOLİ ANLATIYOR

Annem, Ermeni Katliamında yetişkinmiş. Annem, bana şunları anlatmıştı:
„Şu anda bizim köy olan Şine, bir zamanlar Ermeni köyüydü. Ermenileri toplayıp sürüyorlardı. Ele geçmek istemeyen Ermeniler evini barkını, köyünü terkedip kaçıyorlardı. Memleketini (köyünü) seven birkaç Şineli Ermeni, Elevi (Z...
aza) komşularının gözleri önünde Şine’de dut ağaçlarının dallarına kendilerini asarak, intihar ettiler.“
Ermeniler gittikten sonra Şine bize kaldı.
Ermenilerin kendilerini astığı söylenen o dut ağaçları bugün daha Şine’de duruyor.

++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++++

Bu röpörtajda birkaç yaşlı Dêsimliyle sözünü ettiğim konularda konuştum. Ben, Memedê Kolu, Niajni Zeynebe ve Hesenê Çhergü’yle aynı köydenim. Veyva Çê Satoli, Xozat’ın Şine köyündendir.

XAL MEMEDÊ KOLU VE EŞİ NİAJNİ ZEYNEBE DÜNYALARINI DEĞİŞTİRDİLER.

Xal Memedê Kolu, 2002 senesinin Eylül ayının sonlarında dünyasını değiştirdi. Aradan yalnız iki ay sonra da Memedê Kolu’nun eşi Niajni Zeynebe onu takip etti. Devletin icat ettiği ve özellikle 1984-2000 seneleri arasında yoğunlaştırdığı çok yönlü teröre dayanamayan birçok Dêsimli yurdunu terketmek zorunda bırakıldı. Doğup büyüdükleri topraklardan kaçan diğer Dêsimliler gibi Memedê Kolu ailesi de 1980’lerin ikinci yarısında Bursa’ya yerleştiler. Memedê Kolu ve eşi de diğer sürgünde ölen birçok Dêsimli gibi, sürgün gittikleri yerde gömüldüler.
Öyle ki, aslına bakılırsa bu yaşananlar, devlet tarafından halkımızın maruz bırakıldığı en yoğun ve en tehlikeli sürgündür. Devlet bu şekilde Dêsim’de çoğunluğu oluşturan Zaza nüfüsu da azaltmak, çok yönlü asimilasiyonu daha da hızlandırmak amacındadır.
Devletin sinsiliğinin farkında olan bir hayli Dêsimli da –ne pahasına olursa olsun- ölülerini Dêsim’de gömmeye gayret gösteriyorlar.

1. BÖLÜM
MEMEDÊ KOLU VE NİAJNİ ZEYNEBE ANLATIYORLAR

Ben bu röpörtajı 2001 yılının Ağustos ayında Anatolia’nın Bursa ve Yalova şehirlerinde yaptım. Memedê Kolulara konuk oldum. Yaban ellerde de Memedê Kolu’nun suyu, ekmeği, tuzu bana nasip oldu. İstiyorum ki yediklerim içtiklerim bana helal olsun. En çok da bu nedenle kasete yapmış olduğum kayıtlara bağlı kalarak, röportajın otantikliğini bozmamaya dikkat edeceğim.

Memedê Kolu, şu anda çok yaşlıdır. Bu nedenle bazen konuştukları tam anlaşılmıyor. Diğer yandan sohbetimiz esnasında eve sürekli tanıdıklar, akrabalar girip çıktılar. Bizim kouştuklarımızın arasına başka konular da girdi. Bu faktörlerden ötürü, bazı meseleler tam açıklanamadı, eksik kaldı. Teyip bandına meseleleri gelişigüzel kayıt yaptığımdan, bant çözümünden sonra sadece yazıdaki yerlerini değiştirerek, müşterek meseleri bir araya getirmeyi uygun buldum.
*
H. MERGARIJİ: Dayı, bize kendini tanıtır mısın?

MEMEDÊ KOLU: Benim adım Memedê Kolu’dur. Ben yirmi dörtlüyüm (Hicri). Şimdi yüz, ya da yüz on yaşında varım. Ben yaşlıyım. Bizim köyde benim çağdaşlarımdan benim kadar uzun yaşayan olmadı.

A. ERMENİ KATLİAMI

H. MERGARIJİ: Ermeni Katliamını hatırlıyor musun? Ermeni Katliamında atalarımızın günahı nedir, ne değildir?

MEMEDÊ KOLU: Ermenileri kırdıklarında ben artık büyüktüm. Ermeniler bizim aramızdaydı. Kör Mano’nun (Manuel) evi, Aliyê Gaxin evinin yanındaydı. Birkaç Ermeni ailesi de, bugün Hese Qojigilin arazisi olan Theza Hemcu’daydı. Ermeniler orada bostan ekiyorlardı. Henie Xece bölgesi de, derenin her iki yakasıyla tüm Mergarız Ermeni mülküydü. Aslında Ermenilerin değil, ağalarındı. Yarıcı Ermeniler ekip biçiyordu. Qızılkilise (Nazimiye) Ermenilerindi. Mergarız, Ermenılerın değil, Hemeçıku ve Loluların mülküydü. Dereaeri’den öte, Gavane Sorike’ye kadar Lolularındı. Phonu ve Hemug Hemeçukların arazisiydi. Kureyşanlıların köyü Dewa Khurêsu’dur. Mergarız’daki birkaç tarla Gulingilin, birkaçı da Xıde MewAliyê Bariegilin imiş. Arazi çok sonraları el değiştirdi.

H. MERGARIJİ: Ermeni Katliamını nasıl hatırlıyorsun?

MEMEDÊ KOLU: Ermenileri kestiklerinde ben büyüktüm.

H. MERGARIJİ: Kac Yaşındaydın?

MEMEDÊ KOLU: Ben o zamanlar sekiz, dokuz ya da on yaşlarında vardım.

H. MERGARIJİ: Sence atalarımız Ermeni Katliamı esnasında Ermenilerin tarafını mı, ya da devletin tarafını mı tutmuş?

MEMEDÊ KOLU: Kardeşim, bizimkilerin çoğu devletin milisiydi . Milislerin de yardımıyla birçok Ermeni öldürüldü. Ama bir de Mergarız’da şöyle bir olay oldu. (isim anlaşılmadı) Mergarız’da kendine bostan ekiyor. Mıstê Hengi, o Ermeni’yi tüfekle vurup öldürüyor. Bunun üzerine Hesenê Qoji de tüfekle Mıstê Hengi omuzundan vuruyor. Diyor ki, sen bu Ermeniyi neden öldürdün? Bıraksaydın o kendikendiene, burayı terkedip giderdi. O sıralar Ermeniler, bizim oraları terkedip gittiler.

H. MERGARIJİ: Mergariz’da Mıstê Heng’in, Ermeniyi öldürmesi üzerine Hesenê Qoji, hangi nedenle Mıstê Hengi yaralıyor?

MEMEDÊ KOLU: Hesenê Qoji, Ermeninin malı için Mıstê Hengi vurmuyor. Ermeni Duz Qap o sıralarda Hesenê Qojigildeydi. Hesenê Qoji, Mıstê Henge diyor ki, Sen Ermeniyi niye öldürdün? Öldürmemeliydin. Bu nedenle ateş edip Mıstê Hengi kolundan yaralıyor. Seymomıde Qojigil, öküzleri toplayıp Peyê Boni’deki (‚evin arkası’) (şimdi Sa Uşêngilin (Şah Hüseyin) arazisi) araziyi ekime hazırlıyorlar. Bu işi uygun bulmayan köylüler, Seywes ve Dursê Momçilere giderek, Qojigilin yaptığını protesto ediyorlar. Seywes, Dursê Momçi ve diğerleri Peyê Boni’i ekmeye çalışan Hesenê Qoji ve Aliyo Bılısk!ın yanına giderek ekime engel oluyorlar. Bunun üzerine Hesenê Qoji, Siz bize böyle mi önderlik yapacaksınız? Diyerek, tüm aile Mergarız’dan Kımsor’a göç etti. Uşêne Qoji Kımsor’da vurularak öldürüldü. Bunun karşılığında Kımsorcıklar, Qojigile 100 altın ödediler. Mergarız’dan bir heyet Kımsor’a giderek Qojigili tekrar Mergarız’a getirdi. Ah, onların yeri cehennem olsun!

H. MERGARIJİ: Kimin yeri cehennem olsun?

MEMEDÊ KOLU: O dönemdeki Kureyşanlıların.

H. MERGARIJİ: Yani sence onlar günahkar mıydı?

MEMEDÊ KOLU: Ah, hayır!

H. MERGARIJİ: Ermeni Katliamından ötürü bunlar günahkar mıdır?

MEMEDÊ KOLU: Ermeni Katliamını devlet yapmış, yaptırmış. Ben diyemem ki, bizimkiler de Ermenileri kesmiş. Ben çocuktum o zamanlar. Sonraları bizimkiler birbirlerini çekemeyince, falanca kişi ya da aileler Ermenilere yardım etmiştir, diye devlete jurnalliyorlardı. Mesela Fazli, Ivraime Hesen’i böyle devlete şikayet etti. Kim kötülük yaptıysa belasını buldu. Kureyşanlılar da belasını buldu.

H. MERGARIJİ: Sen „Sewdin” lawkını (şarkı) biliyor musun? O lawıkta neler anlatılmak isteniyor?

MEMEDÊ KOLU: O lawık Mıstefa Beg’inkidir. O Kudızlı şair cephede öldürülüyor. „Sewdin’o Sewdin’o/ Tede tıfong erjino/ Sayder’ biare şia viale/ Kerda ho verra saat u sale (...) Mıstefa Beg, milis komutanıydı. (bazı sözler anlaşılmadı).

H. MERGARIJİ: Desımliler o sıralarda Ermenilerle savaşmış mı?

MEMEDÊ KOLU: Katliam esnasında Rus ordusu Dêsim’e kadar geldi. Bazı Ermeniler, Rus ordusunun tarafına geçtiler. Dêsimli milisler, devletin yanında Ermeni ve Rus birliklerine karşı savaşarak, Rus ve Ermeni ordusunun İç Dêsim’e girmesini engellediler. Rus ordusu Erzincan ve Pulemuriye’i işgal edince oradaki Çarekızlar kaçarak gelip iki sene boyunca Phonu ve Mergarız’daki ailelere sığındılar. Mıstefa Beg de kaçarak Xoserk’e geldi. Ermeni ve Rus ordusu geri çekilince onlar da gerisin geriye köylerine döndüler.

H. MERGARIJİ: Mıstefa Beg de mi köylerini terkedip kaçmış?

MEMEDÊ KOLU: Evet, Mıstefa Beg de, Rus ordusunun o bölgeyi işgal etmesi üzerine, köylerni brakıp, İç Dêsim’e kaçtı. Rus ordusunda Ermeni birlikleri de vardı. Mıstefa Beg’in konağını yakıp, mezarları yıktılar. Mıstefa Beg bu nedenle bizim bölgelere çekildi. Mıstefa Beg, Türk devletine bağlı olan Dêsim yerlilerinden oluşturulan milis komutanıydı. Herşey (para, silah, cephane, tam yetki) onun eline verilmişti.

H. MERGARIJİ: Bu yerli milislere bir maaş veriliyor muydu?

MEMEDÊ KOLU: Babam! Parayı milisler değil, aşiretin ileri gelenleri (ağler) alıyordu. Herşey Mıstefa Beg’in elinde mevcuttu. Devlet, Mıstefa Beg eliyle bunlara (ağler) para, silah ve cephane veriyordu.

H. MERGARIJİ: Veteriner Nuri Dersimi, kitabında (Hatıratım) ima ediyor ki, devlet, Ermeni Katliamı esnasında Hacı Bektaş Tekkesinin postnişini Cemalettin Efendi’yi rütbelerle donatıp Erzincan’a gönderiyor. Devletin amacı, Alevilik ayağını Cemalettin Efendi’ye kullandırarak, Dêsimın silahlı kuvvetlerini devletin tarafına kazandırmak. Sen bu konuda neler biliyorsun?

MEMEDÊ KOLU: Ben bunları duymadım. O zamanlar Fransızlar mıransızlar bütün Anatolia’yı kendi aralarında paylaşıyorlar. Ataturk, Xozat’a gelip Diyap Ağa’nın kolunun altına girip demiş ki: „Vatan elden gitti. Sen ne diyorsun?“ Diyap Ağa da demiş ki: „Ölürüz, toprağımızı vermeyiz.“ Bunun üzerine Ataturk, Diyap Ağa’nın kolunun altına girerek, onunla resim çektirmiş. Oradan Ataturk Erzincan’a gitmiş, her yeri dolaşmış. Ataturk bu Fransızları mıransızları kovmuş. Ataturk, bir mehdiydi. Ali gibi o zaman hepsini kesti. Ataturk yeniden aldı. Otuz iki padaişahı bir gecede aldı, suya döktü, balıklara yem yaptı, hepsini yaktı ki, kimse onların cesetini bulmasın. (Bu sözler anlaşılmadı. H.M.)

Ataturk, hepsine dedi ki: „Gelin gidin Ermeni mülküne yerleşin.” Nazımiye’de ve her yerde ilan ettirdi ki: „Erzincan’da Ve Xarpet’de (Harput) Ermeni mülkü bomboş duruyor. Bu dağları bırakın gidin oraya yerleşin.” ( Bazı sözler anlaşılmadı.) Bazılarını müdür yaptı, gene de kimse (rahat) durmadı.

H. MERGARIJİ: Türk devleti, Ermeni ve Asurileri kestikten sonra bizim halkımızı kesiyor. Sen bu konuda neler söyleyebilirsin?

MEMEDÊ KOLU: Evet, devlet önce Ermenileri katletti. Ben, Ermeni Katliamını hatırlıyorum. Ermenilerin ileri gelenleri, zenginleri, o zamanlar Eleziz’de (Xarpet) yaşıyorlardı. Eleziz/ Beşqardaş’ta beş Ermeni kardeş, yanyana beş tane konak yaptırmıştılar. Herkes, Markogil diye anılan bu Ermenilerin konaklarını övüyordu. Şimdi oraya sinama yapmışlar. Ataturk zamanında Ermeniler katledildi. Birkaç yıl aradan sonra devlet Qoçkirilileri, onların ardından Çewlıg (Bingöl) Zazalarını kesti. Onlardan sonra da Desım’de katliam yaptı.

2. BÖLÜM
HESENÊ CHERGÜ ANLATIYOR

Hesenê Çhergü de Mergarızlı, şu anda 80-85 yaşlarındadır. Kendisiyle yapmış olduğum röpörtajı kasete alamadım, ama söylediklerini anında yazdım.

H. MERGARIJİ: Ermeni Katliamında atalarımız kimden yana tavır aldılar? Bu katliamda atalarımızın günahları ve sevapları nedir, ne değildir?

HESENÊ ÇHERGÜ: Atalarımız, Ermeni Katliamında elbette günah sahibidirler. O dönemde halkımızdan birçok silahşör gidip devlete milis olmuşlar. Dêsimli milisler olmasaydı, Ermeniler Dêsim dağlarını o kadar erken bırakıp gitmezlerdi. Devlet, Dêsim milislerini ön saflarda ve onların arkasından da kendi askerini Ermeni ve Rus birliklerinin üzerine göndermiş. O yıllarda Rus ordusu, Pulemuriye ve Mosku köyüne kadar Dêsim’i de kendi kontrolü altına almış. Rus ordusu, Mamaxatune’de (Tercan) askeri depolarını yaptırarak, Erzincan’da idareyi Ermenilerin eline veriyor. Türk devleti bakıyor ki, buralar Ermeni ve Rusların eline geçmiş. İşte o zaman Dêsimlileri kışkırtarak kendine milis yapmış. Bu milisleri, Ermeni ve Rus birliklerine saldırtmıştır. Devletin de teşvikiyle bazı Dêsimli milisler, Ermeni köylerine ya da kafilelerine saldırmış, Ermenileri öldürmüş, öldürülenlerin malına el koymuştur.

H. MERGARIJİ: Bizim köyden kimler o dönemde devlete milis olmuş?

HESENÊ ÇHERGÜ: Uşêne Şa Uşêni, Sadıqe Mıstê Hengi, Hesenê Ali, Mıstê Hengi, Aliyê Gaxi u tae bini.

H. MERGARIJİ: Bazı Dêsimlilerin, bir hayli Ermeniyi Rus tarafına geçirerek katliamdan kurtardıkları söyleniyor. Doğru mu?

HESENÊ ÇHERGÜ: Parası pulu olan bazı Ermeniler, para vererek canını kurtarabilmiş. O zamanlar aşiret ağalarının bir hayli silahşörü varmış. Ermeniler, böyle adamlara gitmiş, onlara para (altın) ödemişler. Bu ağalar da, Ermenilerin yanına silahşörlerini vererek, emniyetli yollardan Ermenileri, Rus tarafına geçirmişler. Bu şekilde birçok Ermeni katliamdan kurtulabilmiş.

H. MERGARIJİ: Sence Dêsimliler neden devlete milis olmuş?

HESENÊ ÇHERGÜ: Devlet, Dêsimlileri kandırmış. Demiş (dedirtmiş) ki, „Gavurlari temizleyin, mal ve mülkü size kalsın!“ Bu şekilde hem Dêsimlileri kandırmış, hem de kışkırtmış.

H. MERGARIJİ: Türk devletinin askerlerinin, Aliyê Gax’in annesini yakalayarak ırzına geçtikleri ve öldürdüklerini duydum. Ne kadar doğru bu hadise?

HESENÊ ÇHERGÜ: Ben de bunu duydum. Bu hadise bir hayli eski. Türk askerleri bizim köyleri basıyor. Eline geçirdiğini kesiyor. Aliyê Gaxi’n annesi dağa-ormana kaçmıyor. Askerler, kadını yakalayıp, Henie hopıke’de söğüt ağacına bağlayarak ırzına geçiyorlar ve orada öldürüyorlar.

H. MERGARIJİ: Aliyê Gaxi, neden Erzincan’daki Rus kumandanın yanına gitmiş olabilir?

HESENÊ ÇHERGÜ: O zamanlar Türk devletine karşı korunmak ve direnmek için silah ve cephaneye çok ihtiyaç varmış. Aliyê Gaxi, Erzincan’daki Rus kumandanın yanına silah ve cephane almak için gitmiş.

3. BÖLÜM
VEYVA ÇÊ SATOLİ ANLATIYOR

Şine, Xozat’ın köyüdür. Şine’den Veyva Çê Satoli, 2001 yılının baharında Almanya’ya oğlunun yanına gelmişti. Ben onu oğlunun evinde ziyaret ederek bazı hadiseler üzerinde kendisiyle konuştum. Kendisi 75 – 80 yaşlarındaydı. O teyibi açmamı istemedi. Ben de bazı notlar aldım. Ermeni Katlimına ilişkin onun anlatmış olduğu şu kısa notu da bu röpörtaja ileve ediyorum.
VEYVA ÇÊ SATOLİ: Annem, Ermeni Katliamında yetişkinmiş. Annem, bana şunları anlatmıştı:
„Şu anda bizim köy olan Şine, bir zamanlar Ermeni köyüydü. Ermenileri toplayıp sürüyorlardı. Ele geçmek istemeyen Ermeniler evini barkını, köyünü terkedip kaçıyorlardı. Memleketini (köyünü) seven birkaç Şineli Ermeni, Elevi (Zaza) komşularının gözleri önünde Şine’de dut ağaçlarının dallarına kendilerini asarak, intihar ettiler.“
Ermeniler gittikten sonra Şine bize kaldı.
Ermenilerin kendilerini astığı söylenen o dut ağaçları bugün daha Şine’de duruyor.
ALINTIDIR..

24 Ekim 2012 Çarşamba

kurban bayramınız mübarek olsun..2012

uyandık..sacid baba

Sâcid Baba


 Biz vahy-i İlâhî ile Kur'ân'dan uyandık
Biz batn-ı maânîdeki seyrandan uyandık
 .


Biz bâb-ı Ali'den okuduk kenz-i ulûmu
Biz ümmet-i vustâ-yî Horâsan'dan uyandık  .


Biz bezm-i Elest sırrına her demde kavîyiz
Biz ahde vefâ eyledik îmandan uyandık .


 Biz bâde-i enguru sıkıp kırklar içinde
Biz kırklar ile bir gül-i handandan uyandık  .


Biz levh-i tecellîde görüp pâye-i zâtı
Biz anı tilâvet edüp irfandan uyandık  .


Biz aşk u mahabbetle girüp bezm-i safâya
Biz nur-u velâyet ile meydandan uyandık  .


Biz bâşımızı verdik ana çekti rizâya
Biz Mürşid-i Mahmud gibi sultandan uyandık  .


Biz Sâcid olub düştük o mihrâb-ı cemâle
Biz cânı verüp sonra o cânandan uyandık .

YEMEK DUÂSI

YEMEK DUÂSI

Eûzübillâhimineşşeytânirracîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
“...kulû veşrabû velâ tüsrifû innehû lâ yuhibbul müsrifîn.” Sadekallâhu’l aliyyü’l azîm.
Elhamdulillâhi Rabbi’l âlemîn. Ve’s Salâtü ve’s Selâmü alâ Resûlinâ Muhammedin ve âlihi’t tayyibîne’t tâhirîn ve ashâbihi’l müntecebîn.
El-Evvelü Allâh, ve’l Âhiru Allâh, ve’z Zâhiru Allâh, ve’l Bâtınu Allâh. Men kâne fî kalbihi Allâh, fe muînühu fî’d dâreyni Allâh.
Bismişâh. Allâh, Allâh...
Vakitlerimiz hayr ola... Hayırlar feth ola... Şerler def ola... Münkirler mat ola... Münâfıklar berbât ola... Müminler şâd ola... Canlar âbâd ola... Hatalarımız mestûr, gönüllerimiz mesrûr, günahlarımız mağfûr, hânedân-ı fukarâ mamûr, ikramlar kabûl ola...
Allâh yâr, yardımcımız ola. Bizleri Muhammed Mustafâ’nın, Aliyye’l Murtazâ’nın, Hatîcetü’l Kübrâ’nın, Fâtımatü’z Zehrâ’nın, Hasanü’l Müctebâ’nın, Hüseyn-i Kerbelâ’nın, Cümle Eimme-i Hüdâ’nın, Oniki İmam’ların yolundan, katarından, dîdârından ayırmaya...
Enbiyânın, evliyânın, evsıyânın, esfiyânın, şühedânın, Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nın (a.s), erenlerin duâ, himmet ve şefâatleri üzerimizde hâzır ve nâzır ola...
Allâh cümlemizi münkir ve münâfık şerrinden, mekrinden hıfz-ı himâye eyleye. Bizleri iki cihanda korktuğumuzdan emîn, umduğumuza nâil eyleye. Kurân’ı ve Ehl-i Beyt’i bizlere yoldaş, sûret ve sîretimizi insan eyleye...
Yüce Allâh dertlerimize dermân, gönüllerimize îmân, hastalarımıza şifâ, borçlularımıza edâ, amellerimize vefâlar ihsan eyleye... Bizleri Fırka-i nâci, gürûh-u sâlihînden eyleye. Allâh İslâm devletinin, İslâm milletinin kılıcını keskin, sözünü üstün eyleye. Nâmerde muhtaç etmeye. Gökten hayırlı rahmetler, yerden hayırlı bereketler ihsân eyleye. Allâh İslâm düşmanı yönetimlerin, tâğûtların, zâlimlerin, hâinlerin hîle ve ahkamlarını ibtâl, yollarını ve soylarını ebter eyleye. Duâlarımızı dergâh-ı izzetinde kabûl-ü makbûl eyleye. Vaktimizin hayrı gele. Dil bizden, nefes Muhammed-Âli’den, Hünkâr-ı evliyâdan ola.
Elhamdulillâh, elhamdulillâh, elhamdulillâhillezî etamenâ ve sekânâ ve cealenâ minel müslimîn. Nimet-i Celîlullâh, berakât-ı Halîlullâh, şefâat senden yâ Resûlallâh.
Mümine rahmet, münkire lanet, Muhammed’e ve Âl-i Muhammed’e salavât.
Allâhümme salli alâ Muhammedin ve Âl-i Muhammed.
Gerçeğe hû, Ehl-i Beyt’e râbıta lillâhil Fâtiha...
Alevî  her zaman haktan ve haklıdan yanadır.
Gelin dostlar birlikte,
Çek katarı zindana,
Muhammed’e gidelim. 

Düş yola yana yana,
Medet mürvet diyerek,
 Zulmettiler O Can’a,
Biz Ali’yi zikredelim.
Zeynelâbâ’ya gidelim.
O Can da çekti nârı,
 Oniki çeşmenin biri,
Ağladı zarı zarı,
 Pirim unutmam seni,
Zehirledi O’nu Cude yarı,
  O pir de verdi canı,
İmâm Hasan’a gidelim.
 İmâm Bâkır’a gidelim.
Kur’ân var elimizde,
 Mezhebimin İmâmı,
Kabe’dir gönlümüzde,
 Cafer-i Sâdık canı,
Kerbelâ yolumuzda,
 Mûsâ Kâzım dîvânı,
Şah Hüseyin’e gidelim.  İmâm Rızâ’ya gidelim.
Yedi veren gülünden,
Kimse anlamaz halinden,
Taki, Naki yolundan,
Hasanü’l Asker’e gidelim.
Kurban baba zikreyle,
Her dâim bunu söyle,
Oniki’sini bir eyle,
İmâm Mehdî’ye gidelim.

ABDEST. cenaze namazından önce

ABDEST

Abdest; Allâh’ın rızâsını kazanmaya yönelik olarak yerine getirilmesi gereken bazı ibâdetlerin, anahtarı konumunda olan, maddî ve manevî bir temizliktir.
İnsan; evde, çarşıda, okulda, işyerinde, tarlada, bağda, bahçede, fabrikada, dâirede velhâsıl her nerede ise, çeşitli nedenlerden dolayı kirlenmekte ve manen de yorulmakta ve yıpranmaktadır. İnsan elinin ürünü olan araç ve gereçlerin nasıl ki günlük, haftalık, aylık, yıllık bakım-onarım ve temizliği gerekiyorsa, madden ve manen kirlenen ve yıpranan insanın da temizlik ve bakıma ihtiyâcı vardır. İşte abdest, bir nevî günlük temizlik ve bakımdır.
Günde birkaç kez abdest alan bir Müslüman, her insanın yapması lazım gelen temizliği bir çok yönden en mükemmel şekilde yerine getirmiş olmaktadır. Çünkü abdest esnasında yıkanan eller, yüz, ağız, burun vs. gibi organlar dışarıyla teması olması münâsebetiyle en çok kullanılan ve kirlenen organlardır. Bunların yıkanması ile, bir çok mikrobun zararlarından ve sebep oldukları hastalıklardan korunulmuş olur.
Yine, her abdest alındıktan sonra insan, üzerinde bir hafifleme, rûhunda bir ferahlık ve rahatlama duyar. Allâh’ın emrini yerine getirmiş olmanın insana verdiği haz ve sevinç insanı her yönden rahatlatır, dinç tutar, rûh ve beden sağlığının düzgün ve istikrârlı olmasına yardımcı olur. Ancak şurasını unutmamak gerekir ki, abdest almaktaki ana gaye maddî temizlik olmayıp, ilâhî emre uymak ve Allâh’a yakınlaşmaktır. Diğer faydalar bir amaç değil, sadece abdest alma neticesinde ulaşılan dünyevî bazı güzel sonuçlardır.
Müminler! Canlar!
Abdestin nasıl alınacağını yüce kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’e bakarak öğreneceğiz. Zîrâ, yaş-kuru ne varsa öz olarak O Kitap da mevcûttur. Diğer ayrıntılı hükümleri ise, Kur’ân Kitâbının baş öğretmeni olan Hazreti Muhammed (s.a.a.) ve O’nun hak vârisleri olan Masûm İmâmlardan (a.s) öğrenmeye gayret edeceğiz.
Bakınız, aşk iksirinin sunucularından olan İmâm Ali Rızâ (a.s) Kur’ân hakkında ne buyurmaktadırlar; “Kur’ân-ı Kerîm; Allâh’ın sağlam ipi, sağlam kulpu, Cennete götüren, Cehennemden kurtaran en güzel yoludur. Zaman O’nu yıpratamaz. Ağızlarda dolaşması O’nu bayağılaştıramaz. Çünkü O, belli bir süre için indirilmedi. O, apaçık delilleri gösteren ve insanlara hüccet olan bir kitâptır. Hiç bir şekilde bâtıl O’na karışamaz. Çünkü, O, her şeye hâkim olan yüce Allâh tarafından indirilmiş bir kitâptır.”[1]
Öyle ise; abdestimizi, önce en doğruyu söyleyen, Allâh’ın kelâmı olan Kitâbımız Kur’ân’dan öğrenelim:
Allâh buyuruyor; “Ey îmân edenler! Namaz için kalktığınızda (abdestsiz iseniz) yıkayınız yüzlerinizi ve dirseklerle birlikte ellerinizi, meshediniz başınızın bir kısmını ve kaab kemiklerine kadar ayaklarınızı...” [Maide (5): 6][2]
Peygamberimizin (a.s) soyundan ve Nûr sîmâlardan Muhammed Bâkır (a) hazretleri, Resûlullâh efendimizin abdest alışını fiilî olarak şöyle tarîf ettiler; “ İmâm, su dolu bir kap istedi. Önce ellerini yıkadı, sonra kabdan bir avuç su aldı, onunla yüzünün üst tarafından aşağıya doğru çekerek yüzünü yıkadı. Sonra bir avuç su alıp, dirsektenparmak uçlarına kadar sağ kolunu yıkadı. Sol kolunu da aynı şekilde yıkadı. Sonra, elindeki kalan ıslaklık ile başının ön tarafından bir kısmını meshetti., yine ellerinin ıslaklığı ile parmak uçlarından kaab kemiklerine (bilek hizasına) kadar ayaklarını meshetti.”[3]
İşte, Allâh’ın emrettiği ve peygamberimizin de almış olduğu abdest böyle idi.

Abdestin bâtınî yönü...

Ey Hakk’a âşık can!
Allâh’a kul, Muhammed’e (a.s) ümmet, Ehl-i Beyt’e muhip isen, zâhiren abdestini böyle almalı, Rabbinin dîvânına böyle hazırlanmalısın. Bilmelisin ki bu, bir dış abdesttir. Bir de bunun rûhu, özü, manası vardır ki, dış abdestini alırken rûhunun derinliklerinde, kalbinde ve özünde de abdestin hakîkatine ulaşmaya niyet etmelisin.
Ve, demelisin ki;
Ey Rabbim!
Sana yakın bir kul olabilmek, senin rızâna kavuşmak, emrine uymuş olmak için, bizlere beyân ettiğin şekilde abdest almaya niyet ettim. Niyetimi hâlis eyle! Beni riyâdan, kibirden, kendini beğenmiş olmaktan uzak eyle!
Ey her şeyden haberdar olan Allâh’ım!
Ben; aciz, âsî, mücrim, günahkar, zayıf kulum. Ellerimin ve bedenimin kiri, günahı, kalbimin pası, gözlerimin yaşı ile senin dergâhına gelmek üzere ellerimi, kollarımı, yüzümü yıkıyorum. Bedenimdeki kir ve pislikleri tertemiz su ile giderdiğin gibi, rûhumdaki günâh ve kirleri de îmân ve tevbem ile gidermeni diliyorum.
Ellerimi harâm işlemekten, harâm tutmaktan, harâm alıp-vermekten, harâma uzanmaktan muhâfaza eyle!
Bu elleri cennetine ve cemâline ulaşmaya vesîle olacak hayırlı işlerde kullanmamı nasîp eyle!
Yüzümü, gözümü, ağzımı,ve sâir diğer âzalarımı da yıkamak ve meshetmekle maddî olarak temiz kıldığın gibi her türlü günâh ve kötülüklerden de temizle!
Ey kâinâtın Rabbi!
İki cihanda da yüzümüzü ak, kalbimizi pâk, işlerimizi âsân, güzellikleri ihsân eyle!
Kendi günahlarımız boyumuzu aşmış iken, başkalarının günah ve açıklarını arayan ve gaflete düşenlerden eyleme!...
.............
..........
.......
Allâh, cümlemize, şerîat kapısından girip, tarîkat yolundan ilerleyerek, marifet denizine dalmakla, hakîkat incilerine ulaşmamızı nasîp etsin!

ABDESTİN FARZLARI

Abdestin farzları yedidir:

1 - Niyet.
2 - Yüzü yıkamak.
3 - Dirseklerle birlikte elleri yıkamak.
4 - Başı meshetmek.
5 - Ayakları meshetmek.
6 - Tertîp.
7 - Muvâlât.
NİYET
Allâh’a yakınlaşmaya, abdest almaya kalb ile yönelmektir. Eller yıkanmaya veya yüz yıkanmaya başlandığında niyet etmek gerekir. Allâh’a yakınlaşma kastı ile alınan abdest ile farz, sünnet ve benzeri ibâdetler yapılabilir.
Niyetin dil ile ifâdesi şart olmamakla birlikte hem kalben niyetlenip hem de dil ile söylenmesi en iyi olanıdır.
Abdest tamamlanıncaya kadar aynı niyet üzere kalınmalıdır.[4]
YÜZÜ YIKAMAK
Yüzü; uzunluğuna, yukarıdan aşağıya doğru saçların çıktığı yerden çenenin sonuna kadar; enine ise; orta parmakla baş parmak arası kadar yıkamak gerekir. Yüz bu miktardan az yıkanmamalıdır. Kalben mutmain olmak için, yüzün belirtilen miktardan biraz taşacak şekilde yıkanması daha iyi görülmüştür.
Sakal seyrek ise veya az olur da yüzün derisi görünürse, suyu deriye ulaştırmak gerekir.
Yüzü yıkama yukarıdan aşağıya (alından çeneye) doğru olmalıdır. Aşağıdan yukarı doğru yıkanırsa, abdest geçersiz olur.
ELLERİ DİRSEKLERLE BİRLİKTE YIKAMAK
Eller dirseklerden aşağıya doğru parmak uçlarına kadar yıkanmalıdır. Elden dirseklere doğru yıkanırsa abdest geçersizdir.
Eller, yüzü yıkarken yıkanmış iseler de, kollar yıkanırken, kollarla birlikte tekrar yıkanmalıdır. “Nasıl olsa ellerim yıkanmış idi.” denilerek kolları bileklere kadar yıkamak abdesti bâtıl kılar.
Kolunun, elinden dirseğe kadar olan kısmından bir bölümü kesik olan bir kimse geriye kalan kısmını yıkar. Dirseğe kadar olmayandan ise, kolunu yıkama farzı kalkmış olur.
BAŞI MESH ETMEK
Başın, alın hizasına düşen kısmından bir bölümü meshedilmelidir.
Mesh; yüz ve dirseklerle birlikte eller yıkandıktan sonra, eldeki geriye kalan ıslaklık ile yapılmalıdır. Şayet eldeki su kurumuş, mesh yapacak miktarda bir ıslaklık kalmamış ise, el, diğer âzâlardan ıslatılarak mesh yapılır. Diğer azalar da kurumuş ise, abdest yeni baştan alınır. Başa mesh ederken saça veya deriye mesh verilir. Sarık, takke ve benzeri şeyler üzerine mesh yapılmaz.
AYAKLARI MESH ETMEK
Baş meshedildikten sonra, sağ eldeki kalan ıslaklık ile sağ ayak, sol eldeki ıslaklık ile de sol ayak, parmak uçlarından ayağın üstündeki şişkinliğe (kaab kemiği-bilek hizasına) kadar mesh edilmelidir. Daha da iyisi bilekteki eklem yerlerine kadar mesh etmektir.
Meshin en güzeli en az üç parmakla yapılanı olup, mesh ederken ayaklar sabit, eller ayak üzerinde hareket ettirilmelidir.
Ayaklar kirli ise, abdeste başlamadan önce yıkamak suretiyle bir güzel temizlenmeli, kurulanmalı, ondan sonra abdeste başlanmalıdır.
Çorap, mest, ayakkabı ve benzeri şeyler üzerine mesh edilmez. Ancak, şiddetli soğuk, yırtıcı hayvan tehlikesi ve bazı zaruri hallerde bu şeyler üzerine mesh vermekte bir sakınca yoktur. [5]
Abdest alırken ayakların meshedilmesi gerektiği ile ilgili olarak Ehl-i Sünnet cemâatı arasında yetişmiş değerli ilim adamı Prof. Süleyman Ateş şunları söylüyor;
“...Bazıları Kur’ân’ın âyetlerinde ayakların yıkanmasının farz olduğunu söylerler ki, bu manayı vermek Arapça dil bilgisi kuralları açısından tutarlı görünmemektedir.
Yüce Allâh, abdestte vücudun iki temel uzvunun yıkanmasını emretmiştir ki, bunlar yüz ve kollardır. İki uç uzvun da meshedilmesini emretmiştir ki bunlar da baş ve ayaklardır. Âyette; “..yıkayınız..” fiilinden sonra iki tümleç getirmiştir. Bunlar, yüz ve ellerdir. Demek ki yüz ve eller (dirseklerle birlikte) yıkanacaktır. “...meshediniz...” fiilinden sonra da iki tümleç getirmiştir. Bunlar da baş ile ayaklardır. Demek ki bunlar da meshedilecek uzuvlardır. Âyette bu manayı son derece güçlendiren ince bir nokta vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de her kelime birbiriyle son derece uyumlu ve mütenâsibtir. Şimdi “..yıkayınız..” fiilinden sonra gelen iki tümleçten ilki nasıl bir tek uzvu, ikincisi ise iki uzvu (yani iki eli-kolu) gösteriyorsa, “meshediniz..” fiilinden sonra gelen iki tümleçten de birincisi bir tek uzvu (yani başı), ikincisi ise iki uzvu (yani ayakları) göstermektedir. Eğer, “ercül” (ayaklarınız) tümleci “vücûh” (yüzleriniz)’a atfedilmiş (bağlanmış) olsa, bu ahenk ve tenâsüb (uygunluk) bozulur ki bu, Kur’ân’ın bilinen mucizevî ahenk ve üslubuna aykırı olur.[6]...........”
“Hz. Enes, ayaklarını meshettiği zaman onları ıslatırdı. Yine Hz. Enes’in ; “Kur’ân meshi indirdi, sünnet yıkamayı getirdi” dediği rivayet edilir. İkrime, İbni Abbas’ın; “abdest iki yıkama, iki meshtir.” dediğini nakleder. Hz. Ali de; “Allâh’ın Resûlü (a.s) ayakkabı içinde bulunan ayaklarına su serpti, onları ovuşturdu.” demiştir. İbni Ömer, Alkame, Ebu Cafer Muhammed b. Ali, Hasan Basrî, Cabir, İbni Zeyd ve Mücâhidin de böyle dediği rivâyet edilir. Yine Şa’bi; “Baksana teyemmüm sırasında, yıkanacak yerler sıvazlanır, meshedilecek yerler bırakılır.” demiştir. El-Muğire b. Hanin de şöyle demiş; “Peygamber, bir adamın abdest alırken ayaklarını meshettiğini gördü, bana böyle emredildi dedi.”[7]  
Görülmektedir ki; Sünnî kardeşlerimizin âlimleri arasında ayakların abdestte yıkanmasının farz olduğu konusunda tam bir ittifak yoktur. Bu da göstermektedir ki, kardeşlerimiz bir çok konuda olduğu gibi, bu konuda da, Ehl-i Beyt’in ilmini müracaat kaynağı kabul etmemenin bir sonucu olarak görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Oysa, Ehl-i Beyt’in Nurlu Şahsiyetlerinin (Allâh’ın selâm ve rahmeti üzerlerine olsun) yolunda bu konu gün kadar parlak ve açıktır ki abdest alırken ayakları meshetmek farzdır. Bu farz hem âyet ile sâbit ve hem de Ehl-i Beyt nazarında kesin ve apaçık bir hakîkattir.[8] 
TERTÎB
Abdestte, yıkama ve meshetme, Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edildiği ve Resûlullâh’ın (a.s) tatbîk ettiği sırayla yerine getirilmelidir. Önce, yüz, sonra dirseklerle birlikte sağ kol, sonra sol kol yıkanır, sonra başın meshi ve son olarak da ayakların meshi yapılır. Unutma veya kasıtlı olarak bu sıraya uyulmadığı taktirde abdest geçersiz olur, ve yeniden alınmalıdır.[9]
MUVÂLÂT
Muvâlât; abdest alırken organların kurumadan birbiri ardınca yıkanıp, meshedilmesidir. Ve bu şekilde abdest almak farzdır.[10]

Abdest ile ilgili bazı hükümler;

Abdest alırken yıkanması gereken organları bir kez yıkamak farz, ikişer kere yıkamak sünnet, ikiden fazla yıkamak ise bidattır. Mesh ise bir sefer yapılır.
Elin parmağında yüzük var ise su yüzüğün altına ulaştırılmalıdır.
Abdest azalarının üzerinde yara veya sargı vb. var ise, sargının etrâfı yıkanmalı, sargının üzeri temiz ise sargıya mesh edilmeli, temiz değil ve temizlenmesi de meşakkatli ise sargı üzerine temiz bir bez örtülerek üzerine mesh verilmelidir.
Yara ve benzeri şeyler, yıkamak veya mesh vermekle zarar görecekse üzerlerine temiz bir bez konularak mesh edilmelidir.
Abdest alırken gereksiz yere, mecbur kalınmadıkça, suyun dökülmesi vb. hususlarda başkasından yardım almak câiz (uygun) değildir.
Abdestli kalındığı müddetçe, bir abdestle birden fazla farz ve nafile namazlar kılınabilir, Kur’ân okunabilir. Ancak, her farz namazın kılınması için ayrı bir abdest alınması daha iyi görülmüştür.
Abdest almaya başlarken besmele çekmek, uykudan uyanılmış ya da küçük abdestten gelinmişse en az bir kere, büyük abdest yapılmışsa en az iki kere elleri yıkamak, üç kere ağıza su vermek (mazmaza), üç kere burma su vermek (istinşâk), yıkama ve mesh esnâsında dualar okumak, misvaklanmak (dişleri fırçalamak), abdestin sünnetlerinden bazılarıdır. 
Güzeller güzeli Hazreti Peygamberimiz (s.a.a.) buyurdular; “Ümmetime zor geleceğinden endişe etmeseydim namaz için her abdest aldıklarında misvak kullanmalarını (dişlerini fırçalamalarını) emrederdim.”[11]

Âdâbına uygun olarak nasıl abdest alırız?

Evvela; “Bismillâhirrahmânirrahîm.” der, ellerimizi yıkamaya başlarız. Kalben abdest almaya niyetlenir, dil ile de; “Yâ Rabbi! Sana yakın olmak ve rızâna ulaşmak amacıyla abdest alıyorum.” deriz.
Üç kere ağzımıza su verir, mümkün ise dişlerimizi fırçalarız. Üç kere burnumuza su verir, gerekirse sümkürür ve pisliği gideririz.
Yüzümüzü yukarıdan aşağıya doğru en az bir, en fazla iki kere yıkarız. Sağ kolumuzu dirsekten aşağıya doğru ellerimizle birlikte parmak uçlarına kadar bir ya da iki kere yıkarız. Sol kolumuzu da aynı şekilde yıkadıktan sonra, suyla ilişiğimizi keser, elimizin ıslaklığı ile başımızın alına doğru olan kısmını bir kez mesh ederiz. Yine elimizdeki mevcut ıslaklık ile, sağ elle sağ ayağı, sol elle de sol ayağı parmak uçlarından ayak üzerindeki üst şişkinliğe yahut bileklere kadar meshederiz.
İnşâallâh bu şekilde, Allâh’ın kabul edeceği, Peygamber efendimizin (a.s) ve O’nun bahçesinin gülleri olan Oniki İmâm efendilerimizin (a.s) tarîf ve öğretilerine uygun, kıyâmette bizlere nûr olacak, namaz ve niyazımızın anahtarı olan abdesti almış oluruz.[12]
Resûlullâh buyurdular; “Abdest alırken suyu yüzünüze çarpmayınız. Yağ sürercesine ovarak yıkayınız.”[13]
Abdest ile ilgili İmâm Cafer Sâdık’dan (a.s.) bir buyruk; “Abdest almaya başladığında besmele çekersen, bütün bedenini temizlemiş gibi olursun. Besmele çekmez isen, o zaman da yalnızca suyun değdiğiyerleritemizlemiş olursun.”[14]

ABDESTİN GEÇERLİ OLMASININ ŞARTLARI

Ehl-i Beyt yoluna göre, abdestin sahîh ve geçerli olabilmesi için onbir şartın yerine getirilmesi gereklidir:
1. Abdest suyu temiz olmalıdır.
2. Su, mutlak su olmalıdır.
3. Abdest suyu mübah olup, gasbedilmiş olmamalıdır.
4. Abdest suyunun kabı da mübah olup, gasbedilmiş olmamalıdır.
5. Abdest suyunun kabı altın veya gümüş olmamalıdır.
6. Abdest alırken yıkanacak veya meshedilecek olan uzuvlar temiz olmalıdır.
7. Abdest ve namaz için yeterli vakit olmalıdır.
8. Abdest, Allâh rızâsı için alınmalı, serinlemek ve benzeri amaçlarla alınmış olmamalıdır.
9. Abdest alırken özürsüz-mazeretsiz başkalarından yardım alınmamalıdır.
10. Su kullanmanın abdest alana bir zararı dokunmamalıdır.
11. Vücut üzerinde, suyun bedene ulaşmasına engel olacak her hangi bir şey bulunmamalıdır.

HANGİ HALLERDE ABDEST ALMAK FARZDIR?

1-Cenâze namazı dışındaki namazlar için.[15]
2-Abdest bozulmuşsa, unutulmuş olan secde ve teşehhütleri yerine getirmek için.
3-Farz olan Kabe tavafını yapmak için.
4-Abdest almak nezredilmiş, adanmış veya abdest almaya yemîn edilmiş ise.
5-Bedeninden bir kısmını Kur’ân yazısına, Peygamberlerin (a.s) ve diğer Masûm zâtların (a.s) isimlerine dokundurabilmek için.

ABDESTİ BOZAN ŞEYLER

Enbiyâlar şâhından (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt’in (a.s) diğer kutlu sîmâlarından nakledilen hadîs-i şerîfler ve rivâyetlere göre abdesti bozan şeyler şunlardır:
Bevl-idrar.
Ğait-dışkı.
Yellenmek.
Gözün görmeyeceği, kulağın duymayacağı bir şekilde uyumak. Ancak, göz görmez ama kulak duyarsa abdest bozulmaz.
Delilik, sarhoşluk ve baygınlık gibi aklın yitirildiği durumlar.
Kadınların kendilerine has halleri.
Gusül abdesti almayı gerektiren haller.

ehl-i beyt hükümleri cenaze namazı nasıl kılınır

ÖLÜM ÂNINDA YAPILMASI GEREKENLER

Can vermek üzere olan Müslüman bir kimse ayaklarının altı kıbleye gelecek şekilde yatırılır. Yani eğer doğrulup kalkacak olsa yüzü kıbleye gelmelidir. Can vermek üzere olan kimsenin sırt üstü yatırılması mümkün değil ise yüzü kıbleye gelecek şekilde oturtulmalıdır.
Can vermek üzere olan kimse ölüm ânına kadar yalnız bırakılmamalı, ona, Allâh ve Resûlüne (a.s) şehâdet getirmesi, Oniki İmâm’ı (a.s) ikrâr etmesi, dînin temel esaslarını tasdîk etmesi telkîn edilmeli, baş ucunda Yâsîn, Âyetel Kürsî vs. gibi Kur’ân’dan sûre ve âyetler okunmalı, yanında cünüp ve hayızlı bulunulmamalı, karın üzerine ağır bir şey konulmamalı, gece ise ışık yakılmalıdır.
Ölen bir kimsenin ağzı, açık kalmaması için kapatılmalı, gözleri ve çenesi bağlanmalı, elleri ve ayakları uzatılarak temiz bir bez ile örtülmelidir.
Ölüm haberi tanıdıklara ve Müslüman dost ve ahbablara duyurulmalı, defin işlerinde mümkün olduğu ölçüde çabuk davranılmalıdır.

CENÂZEYİ KEFENLEME, CENÂZE NAMAZI

Müslüman’ın cenâzesini “îzâr” ,”kamîs” ve “lifâfe” denilen üç parça bez ile kefenlemek gerekir.
Îzâr; Göbekten dize kadar bedeni saran bir parça bezdir. Göğüsten ayak üzerine kadar olması ise daha iyidir.
Kamîs; Omuzdan baldırın yarısına kadar olan kısmı örten bezdir.
Lifâfe; Uzunluğu cenâzenin uzunluğundan daha fazla olan ve eni de bir tarafı diğer tarafının üzerine sarılacak kadar olan bezdir.
Îzârın göbekten dize kadar olan kısmı, kamisin omuzdan baldırın yarısına kadar örtecek miktarı kefenin farz olanıdır.
Ölüye sarılacak olan kefenden hiç bir kısmı bedeni gösterecek kadar ince, saf ipek veya altın işlemeli olmamalıdır.
CENÂZEYİ HANUTLAMA
Gusülden sonra cenâzenin hanutlanması farzdır. Hanutlama; secdede yere gelen yedi organa yani; alna, ellerin içine, diz kapaklarına, ve ayak baş parmaklarının ucuna kâfur sürmektir.
Bahsedilen yerlere sürülecek kâfur taze ve ezilmiş olup kokusu gitmemiş olmalıdır.
Hac için ihram giymiş bir kimse, Say’ı tamamlamadan önce Safâ ve Merve arasında ölürse, hanutlanması câiz (uygun) değildir. Eğer umre ihrâmında iken saçlarını kesmeden önce ölürse yine hanutlanmamalıdır.

Cenâze namazı hükümleri;

Müslüman bir ölünün, -çocuk bile olsa- cenâze namazını kılmak farzdır. Ancak çocuğun babası veya annesi veya ikisinden biri Müslüman olmalıdır ve çocuk altı yaşını tamamlamış olmalıdır. Diri olarak doğmuş ancak belirtilen yaşa ulaşmamış bir çocuğun ise cenâze namazını kılmak farz olmamakla birlikte, müstehâb (iyi bir amel) dır.
Cenâze namazı cenâzeyle ilgili bütün işler bittikten sonra kılınır.
Cenâze namazı, her ne kadar “namaz” kelimesi ile ifâde ediliyorsa da, bu ibâdet rükûsuz, secdesiz bir şekilde îfâ edildiğinden, cenâze için bir duâ, af dileme ve salâtın duâ-niyaz anlamı içerisinde değerlendirilmekte ve diğer farz namazlar için gerekli olan abdest, gusül, teyemmüm vs. gibi ön hazırlıklar şart olmamaktadır. Ancak, bu şartlara riâyet ederek cenâze namazını kılmak hem sünnet ve hem de âdâba daha uygundur.
Cenâze namazı kılan kimsenin yüzü kıbleye doğru olmalıdır. Cenâzeyi de sırt üstü yatırmak, baş tarafı namaz kılanların sağına, ayakları da soluna gelecek şekilde ön tarafa koymak farzdır.
Cenâze ile namaz kılanın arasında tabut ve benzeri bir şey hariç perde duvar vb. şeyler bulunmamalıdır.
Cenâze namazı ayakta ve Allâh’a yakınlık kastıyla kılınır. “Bu ölünün namazını Allâh’a yakınlık amacıyla (kurbeten ilallâh) kılıyorum.” diye niyet edilir.
Cenâze namazı mescit içerisinde kılınmaz.

CENÂZE NAMAZININ KILINIŞI

Cenâze namazı beş tekbîr ile kılınır. İmâm, cenâze erkek ise beli hizâsına, kadın ise göğüs hizâsına gelir, cemaatta arkada saf olur, kıbleye yönelinir. Cenâze namazı için niyet edildikten sonra eller yüz hizâsına kaldırılarak “Allâhu Ekber” diyerek tekbîr getirilir. Bu birinci tekbîrden sonra eller yana sarkıtılarak “Kelime-i Şehâdet” dediğimiz “Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûlüh”[5]  okunur. Eller tekrar aynı şekilde kaldırılarak ikinci tekbîr getirilir ve yanlara salınır. Peygamberimize (a.s) ve Ehl-i Beyt’ine (a.s) salavât okunur. “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve Âl-i Muhammed”[6] gibi. Üçüncü tekbîrden sonra, müminler için duâ olan “Allâhümmağfir lil müminîne ve’l müminât”[7] duâsı okunur. Dördüncü tekbîrden sonra ölü erkek ise, “Allâhümmağfir li hâzal meyyit”[8] bayan ise, “Allâhümmağfir li hâzihil meyyit”[9] duâsı ölü için yapılır. Sonrada beşinci tekbîr ile cenâze namazı sona erer ve namazdan çıkılmış olur.[10]
Cemaat İmâmı tekbîr ve duâları sesli olarak okur, cemaat ise sessiz bir şekilde içinden okur.
Cenâze namazından sonra cemaat ölü kardeşlerinin ruhu için Fâtiha okur, Peygambere (a.s) ve Ehl-i Beyt’ine salavât getirirler. Cenâzeye karşı son görevlerini yapmaya çalışırlar.

Cenâzeyi defnetme hükümleri;

Cenâzeyi, toprağa kokusu dışarı çıkmayacak ve yırtıcı hayvanların cesedi çıkaramayacakları şekilde defnetmek farzdır.
Cenâze kabirde bedenin ön tarafı kıbleye gelecek şekilde sağ tarafı üzerine yatırılmalıdır.
Müslüman’ın kâfir mezarlığına, kâfirin de Müslüman mezarlığına defnedilmesi câiz değildir.
Cenâzeyi defnetmekle ilgili onlarca sünnet ve müstehab ameller vardır ki bunlardan bazıları;
Cenâzeye zahmet vermeden usulca kabre indirilmesi,
Başının altına topraktan yastık yapılması,
Cenâzenin erkenden çürümemesi ve ezilmemesi için cenâzeyi üstten toprakla temas ettirmeyip tuğla ve benzeri şeylerle toprak temasının engellenmesi,
Cenâze kabre konulduktan sonra cenâzenin kulağına eğilinerek veya mezar örtüldükten sonra dışarıdan cenâzeye telkîn verilmesi,
Mezarın toprak seviyesinden dört parmak kadar yüksek yapılması,
Yanlışlık olmaması ve ziyârete gelen kimselerin yerini bulmada güçlük çekmemeleri için kabrin üzerine tanınmasını sağlayacak bir işaretin konulması,
Cenâze gömülme işlemleri sırasında orada hazır bulunanların içlerinden duâ ve istiğfarda bulunmaları, Kur’ân’dan uygun düşen bazı sûre ve duâları okumaları,
Kabir üzerine su serpilmesi vs. gibi amellerdir. 
Ana rahminden geldik pazara,
Bir kefen aldık döndük mezara.

CENÂZE İLE İLGİLİ EHL-İ BEYT’TEN BAZI RİVÂYETLER

İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdular; “Kim bir mümini yıkar ve ona olan emânetini edâ ederse Allâh o kimseyi (yıkayanı) bağışlar.” Soruldu ki: “Ona olan emânetini nasıl edâ eder?” İmâm (a.s) buyurdular; “Ölüyü yıkarken onda ortaya çıkan ve hoş olmayan bazı haller (azalarında eksiklik, yıkama esnasında çıkabilecek kötü koku, bedeninde ölüm ile ortaya çıkacak çirkinlikler vs.) olursa halktan onu gizlemesidir.”[11]
İmâm Cafer Sâdık’a (a.s) soruldu; “Abdestsiz olarak cenâze namazı kılınır mı?” Buyurdular (a.s); “Evet kılınabilir. Zîrâ, cenâze namazı, tekbîr, tahmîd, tesbîh ve tehlîlden ibarettir. Nasıl ki bunları evinde de abdestsiz olarak yapabiliyorsan, cenâze namazını da kılarsın.”[12]
İmâm Cafer Sâdık’a (a.s) soruldu; “Hayızlıolan bir kadın cenâze namazı kılabilir mi?” İmâm (a.s) buyurdular; “Evet kılabilir. Ancak, cenâze namazını kılan cemaatin içerisine katılmaz, tek olarak bir kenarda namazını kılar.”[13]
Resûlullâh (s.a.v.) buyurdular; “Kim bir kardeşini taziye ederse (baş sağlığı, geçmiş olsun ziyâreti) kardeşinin mükâfâtından hiç bir eksiklik olmadan ona da aynı mükâfât verilir.”[14]
İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdular; “Sizin canınıza, malınıza, çocuğunuza bir belâ ve musîbet uğrarsa, Resûlullâh’ı (a.s) hatırlayınız. Çünkü o yaratılmışlar içerisinde en çok musîbete uğrayandır. (Buna rağmen sabrederek ecrini almıştır. Öyleyse siz de O’nun (a.s) gibi sabrediniz ki ecre nâil olasınız.)[15]

CENÂZEYE TELKÎN

Telkîn; kelime olarak anlatmak, öğretmek, belletmek manalarına gelir. Yerleşik anlamda ise; ölmüş olan bir kimseye bazı hakikatlerin yeniden hatırlatılması ve bir takım gerçeklerin ölü yanında tekrarlanması olayından ibârettir.
Şurası inkâr edilemez bir hakîkattir ki, nasıl yaşanırsa öyle ölünür, nasıl ölünür ise öyle de karşılık görülür.
Öyle ise; Îmân ve İslâm prensiplerine uygun bir hayat sürmüş olan bir kimse Allâh’ın inâyeti ile dünyâ âleminde iken gerçek telkîni almış ve Yüce Rabbisine hoşnut olarak kavuşmuştur. Bu kimse, Kur’ân’ın apaçık işâretleriyle cennet ile muştulanmış ve kurtuluşa ermiştir. O Allâh öyle bir Allâh’tır ki kullarına zerre miktarı zulmetmez, kendi istediği doğrultuda tertemiz bir hayat sürmüş kulunu o alemde rezil-rüsvay etmez ve en güzel bağış ve râzılıkla karşılar. Evet, ne mutlu o kimseye ki, telkînini diri iken almış, kulaklarını hak çağrıya tıkamamış ve sâlihlerden olmuştur.
Dünyâda iken kulaklarını hak kelâmına tıkamış, gözlerini hakka karşı yummuş, kalbini nûra kapayıp karanlıklara açmış, gönül Kabesini Allâh’a tahsîs etmeyip orada şeytânı ağırlamış, bir ömrü hebâ etmiş kimselere gelince...!
Hayatta iken kendilerine verilen telkîne vurdum duymaz olurlar, kendilerini sağırlığa verirler, Hakka gönül vermezler de, acaba şanı yüce Rabbimiz, onlara öldükleri zaman, yani tevbe kapısının kapandığı, ömür güneşlerinin batıdan doğduğu ve bir daha doğmamacasına battığı demde bizlerin yaptığı telkîni! duyurur mu? Duyursa da kabul etmeye, kavramaya tâkât ve kudreti verir mi onlara?
Hâşâ, binlerce hâşâ!
Rabbimiz vaadinden caymayandır. Müminlere hak ettiklerini, îmânsızlara da lâyık olduklarını verecek olandır.
Öyleyse; günümüze kadar uygulana gelmiş ve nerede ise farz gibi telakki edilerek yapılmakta olan telkîn de neyin nesidir?
Rivâyetlere bir göz gezdirdiğimizde şu gerçekle karşılaşmaktayız. Hem Resûlullâh (a.s) zamanında ve hem de diğer Masum zâtların (a.s) yaşadığı dönemlerde, telkîn; genellikle ölmek üzere olan bir kimseye, son nefesinde kurtuluşuna vesîle olacak Kelime-i Şehâdeti ve benzeri hak sözleri kabûle yönelik hatırlatma, bu söz ile çene kapama, îmânda sâbit kalma ve Rabbine mutmain bir kalb ile kavuşması amacıyla yapılır. Ve o anda kişinin henüz hâfızası yerinde olduğundan tevbe etme ve îmâna gelme imkânı mevcuttur. Hal böyle olunca, o durumda yapılan telkînin sayısız faydalarının olacağı akl-ı selim sâhiplerine gizli değildir.[16]
Bir kısım rivâyetlerde ve ilim-irfan ehli âlimlerin eserlerinde de ölünün kabre konulduktan sonra verilecek telkîn ile ilgili bilgiler mevcuttur.[17] Bunları elbette kaldırıp atacak ve tümden reddecek değiliz. Şurası muhakkak ki ölüm; Peygamberler (a.s) ve diğer Masumlar (a.s) hâriç, henüz hiç birimizin tamâmıyla künhüne varamadığımız bir olaydır. O âleme giriş, bu âlemden ayrılış, kabir hayatı, sorgu-suâl meleklerinin mâhiyeti ve ölü ile ilgileri nasıldır, hangi boyuttadır, bizce oldukça meçhûl ve gizlilikler âlemi, sırlar âlemidir... Konuyu ancak nakiller ışığında biraz olsun kavramaya çalışıyoruz ve diyoruz ki;
Ölüye verilen telkîn; küfür ve şirk üzere olmayıp, dağlar kadar günâhı da olsa îmân üzere âhiret âlemine intikâl etmiş olan kimseye, Allâh’ın ona vermiş olduğu izin ile işitme ve bellemesi nisbetinde son kez bir hatırlatmadır. Yeni doğan ve henüz kavrayış ve şuuru olmadığı halde bir bebeğin sağ kulağına ezân, sol kulağına da kâmet okunulmasına benzer bir ameldir. Mezarın başında olan kimselere de en hassas bir noktada ve anda:“Ey İnsanlar! Siz ölümün bir yok oluş, bir son olduğunu mu zannediyorsunuz? Ölüm bir doğuştur, ruhun ebedî bir âleme göçüdür. Ölü dediğimiz varlıklar hakîkatte bizi duymakta, dediklerimizi algılamakta, yalnız biz onları duymamaktayız. Şunu sizde iyice biliniz ki, sizlerde bir gün bu hale gelecek aynı telkîni alacaksınız. Öyle ise bu âlemde iken de verilen telkîni iyice belleyin, hal ve hareketlerinizi buna göre ayarlayınız.” (Ben kızıma diyorum, gelinim sen de işit.) mesajını ulaştırmak, onları da îkâz etmektir.
Ölüye de verilen telkîn ile ilgili kimi rivâyetlere ve değerli İslâm âlimlerinin bu amele onay vermelerine, müstehâb (iyi bir amel) olduğunu beyân etmelerine binâen biz de bu konuda verilmesi gereken telkîne âit sözleri naklediyor ve şunu da özellikle vurguluyoruz:
En makbûl telkîn; kişinin, henüz aklı başında, sağlıklı, sıhhatli, hal-i vakti yerinde iken şuurluca Hakkı onaylamasıdır.
En makbûl telkîn; insanlara, yaşarlarken Hakkın onaylattırılması ve öğretilmesidir.
En makbûl telkîn; ölüm anında da îmân ve İslâm öğretilerinin son bir kez yine hatırlatılması ve kalb-ruh huzurunun sağlanması, îmânın sâbit kalması için yapılan telkîndir. Yani; teblîğdir, teblîğin tekrârıdır, îmânın ikrârıdır.
Gerek ölmek üzere olsun, gerekse mezara konulmuş olan kimseye yapılan bir telkîn şöyledir:
Ey .............oğlu/kızı..............[18] kulak ver ve iyi dinle, anla!
Sana Allâh’ın iki görevli meleği gelerek; Rabbinin kim , Peygamberinin kim, Kıblenin neresi, Dîninin hangi din, Kitâbının hangi kitap, İmâmının kim olduğunu soracak.
Onlara de ki;
Rabbim; Allâh,
Peygamberim (Nebim); Muhammed (a.s),
Kıblem; Kabe,
Dînim; İslâm,
Kitâbım; Kur’ân-ı Kerîm,
İmâmım; Oniki İmâm (a.s) ki, onların ilki; İmâm Ali, sonra sırasıyla; İmâm Hasan, İmâm Hüseyin, İmâm Zeynelâbidîn, İmâm Muhammed Bâkır, İmâm Cafer Sâdık, İmâm Mûsâ Kâzım, İmâm Ali Rızâ, İmâm Muhammed Takî, İmâm Ali Nakî, İmâm Hasan Askerî,sonuncusu ve zamanımın da İmâmı, İmâm Muhammed Mehdî’dir.
Anladın mı ey ...........?
Allâh seni bu sözler üzere sâbit kılsın ve seni rızâsı ile mükâfatlandırsın... vs. gibi duâlar edilerek cenâze ameli ile baş başa bırakılır ve mezarlıktan ayrılınır. 
Kim olursa olsun İslâm’a göre ölünün peşinden saçını başını yolarcasına, kendini kaybedercesine ağlamak, dövünmek uygun bir davranış değildir. En güzel hareket, sabırlı olmak, rahmet ve bağışlanma dilemek, Müslüman ölüye duâlar etmek, ölünün ruhu için Fâtiha, Yâsin, Âyetel Kürsî ve benzeri sûre ve âyetler okumak, Allâh’tan gelip Allâh’a gideceğimizin idrâki içerisinde olmaktır.
Cenâzenin kabre konulduğu ilk gece, ölünün rûhu için “Vahşet namazı” (Yalnızlık namazı) adı verilen iki rekatlık bir namaz kılmak müstehâb (iyi) görülmüştür. Bu namazın birinci rekatında Fâtiha’dan sonra bir defa Âyetel Kürsî ve ikinci rekatta da Fâtiha’dan sonra on defa Kadir sûresi okunur. Rükû ve secdeleri diğer namazlar gibi yerine getirilir ve selâmdan sonra da kılınan namazın sevâbı ölüye bağışlanır.
İşte geldim işte gittim.
Yağ çiçeği gibi bittim.
Şu dünyâda ne iş ettim.
Ömürcüğüm geçti gitti.
Çağırdılar imâm geldi.
Her biri bir işe geldi.
Azrâil pençesin saldı.
Can kafesten uçtu gitti.
İşte geldi yuyucular.
Tenime su koyucular.
Kefenim elinde hoca,
Kefenciğim biçti gitti.
Ayırdılar ilimizden.
İp attılar belimizden.
Pek tuttular kolumuzdan.
Can cesette uçtu gitti.
İlettiler mezarıma,
Sığındım Ğanî, Kerîm’e
Toprak attılar serime.
Gözüm yaşım taştı gitti.
İmâm telkine başladı.
Bir sevapcık iş işledi.
Komşular bizi boşladı.
Geri dönüp kaçtı gitti.
Kabrime bir melek geldi.
Bana bir sualcik sordu.
Hışmedip bir topuz vurdu.
Tebdilciğim şaştı gitti.
Teslim Abdal oldu ferman.
İşte geldi âhir zaman.
Yardımcımız Oniki İmâm.
Ten turâba karıştı gitti.[19]

Mezarı açmak ile ilgili bazı hükümler;

Müslüman bir kimsenin kabrini -deli veya çocuk bile olsa- henüz bedeni tamamıyla çürüyüp toprak olmamışsa sebepsiz yere açmak harâmdır. Ancak aşağıdaki belirtilen özel durumlarda mezarı açmakta bir sakınca yoktur. Öyle olur ki duruma göre mezarın açılması mutlak sûrette gerekli de olabilir.
1.Cenâze gasb edilmiş bir yerde gömülmüş ise ve yerin sahibi de cenâzenin orda kalmasına râzı olmazsa,
2.Kefen yada ölü ile gömülmüş başka bir şey gasbedilmiş olur ve onun kabirde kalmasına sahibi râzı olmazsa,
3.Ölünün gusülsüz veya kefensiz defnedilmiş olduğu veya guslünün bâtıl-geçersiz olduğu yada şerîat kurallarına göre defnedilmediği yahut ölünün yüzünün Kıbleye taraf konulmadığıbilinir, anlaşılırsa,
4.Bir hakkın isbatlanması için ölünün bedeninin görülmesi istenirse,
5.Müslüman ölü kâfir mezarlığına veya çöplük gibi ölüye saygısızlık olacak bir mekâna gömülmüş ise,
6.Karnında canlı bebek olduğu halde hâmile kadın defnedilmiş ve çocuğun alınması gerekiyorsa,
7.Ölünün bedeninin, gömüldüğü yerden, yırtıcı hayvan tarafından parçalanacağından, selin vs. götüreceğinden,düşmanınçıkaracağından korkulur, endişe edilirse.

ONDÖRT MA’SÛM’U KISACA TANIYALIM

ONDÖRT MA’SÛM’U  KISACA TANIYALIM

HAZRETİ MUHAMMED’İN (a.s) HAYÂTI

Hz. Muhammed (a.s) mîlâdî 571 yılında Mekke’de dünyâya geldi. Babasının adı Abdullâh (r.h.), annesinin adı Âmine (r.h.)’dir. Hz. Peygamberin doğumu bütün insanlık âlemini saran, karanlık câhiliyye gecesinin ufkunda, İslâm güneşinin yakında doğacağını müjdeleyen bir şafak misâliydi. Bu şafağın doğuşuyla, Kisrâ’nın sarayındaki direkler yıkılıyor, ateşperestlerin sönmez zannedilen ateşleri sönüyor, şirk ve put düzenlerinin bekçileri dehşete düşüyor, Kâbe’yi işgal etmiş putlar bir bir devriliyordu.
Ulu Önderimiz (s.a.a.) anne karnındayken babasını, altı yaşına geldiğinde de annesini kaybetti. Hayâtının ilk yıllarını Mekke dışında ve süt annesi Hâlime’nin yanında geçirdi. Daha sonra dedesi Abdulmuttalib’in himâyesine girdi. Dedesinin vefâtından sonra da sekiz yaşından itibâren amcası Ebû Tâlib ®’in yanında kaldı.
Ebû Tâlib (r.a.), peygamber efendimizi müşriklerden gelen baskı ve saldırılara karşı yiğitçe himaye eden bir kimse olmuştur. Hayâtının çocukluk dönemleri ilâhî gözetim ve ğaybî denetim altında geçen gönüller Sultânı (s)’nın, gençlik dönemi de herkese örnek olacak bir vefâlılık, nezâfet ve sadâkâtle noktalanmıştır. Sultân (a.s) gençlik dönemlerinde bile; özü, sözüne uygun, güvenilir birisi olmasından dolayı “Muhammedü’l- Emîn”  lakâbını almıştı.
O yüce insan, peygamberliğini henüz izhâr etmemiş olduğu olgunluk ve gençlik yıllarını yaratıcısına niyâz, duâ ve ibâdete ayırmıştı. Öyle ki; bazen ibâdet için halktan uzaklaşarak, Nûr dağındaki Hıra mağarasınaçekilirdi. 
Kırk yaşlarına ulaştığı sıralarda, yine bir gün Hıra mağarasındayken vahiy meleği Cebrâîl (a.s.), Kur’ân’dan, Alak sûresinin ilk âyetlerini getirmiş ve beklenen ilâhî güneş, cehâlet ve zulmet karanlığının üzerine hiç batmamak üzere doğmuştu.
İlk vahiyle birlikte insanlığa Allâh’ın elçisi olarak gönderilen Hâtemü’l Enbiyâ Hazreti Muhammed Mustafâ (s.a.v.) 23 yıl sürecek olan teblîğ ve cihâd hareketini başlattı. Bu kutlu dâvâda, ilk ve yılmaz savunucusu ve destekçisi ise sevgili eşi, müminlerin annesi Hz. Hatîce (s) idi. Bu dönemde nice mümin, mücâhit ve fedâkar insanlar yetiştirdi. Hz. Muhammed’in (a) Peygamberlik dönemi, söz ve fiiliyâtla, bütün insanlığa kurtuluş yolunu gösterdi.
Teblîğ; Bir mesajı ulaştırmak anlamına geldiğinden, en büyük mesaj olan Kur’ân-ı Mecîd’in ulaştırıcısı ve açıklayıcısı olan ebedî liderimiz (a.s), en büyük teblîğ görevini üslenmiştir. Bu teblîğ görevi, Mekke döneminde, öncelikle TEVHÎD, NÜBÜVVET ve MEAD’e (âhirete) îmânı, insanlara benimsetmek amacına yönelik olarak, müjdeleyici ve korkutucu âyetleri açıklamak noktasında ağırlık kazanıyordu. 
Elbette ki Şanlı Rehberin (s.a.a.) teblîğ yöntemi diğer bütün peygamberlerde olduğu gibi, ilk baştan müşriklerin inançlarının temelini oluşturan PUT ve TÂĞÛT’ları reddetmek ve onların bâtıl düzen ve sistemlerine karşı düşman olduğunu îlan etmek esâsına dayalıydı. Yani; LÂ İLÂHE İLLALLÂH’ı kalplere, gönüllere ve nihâyet toplumun her bir köşesine hâkim kılmak teblîğin ana gayesiydi. Bu yüzden, Resûlullâh ve güzîde ashâbı (r.a.), müşriklerin ve tüm bâtıl yolun yolcularının çeşitli işkence ve eziyetlerine marûz kalmışlardır.
Hicretin akabinde, MEDÎNE İSLÂM DEVLETİ’nin tesîsinden sonra ve o devletin bilfiil devlet başkanının Resûlullâh olduğu dönemde ise, O başkomutan (a.s) İslâm’ın müdâfaası için bir çok savaşta hazır bulunmanın yanı sıra, fertlerin rûhen olgunlaşması için, yerine getirilmesi veya uzak durulması gereken emir ve yasakları (farzlar ve haramları) ve toplumsal hayatın İslâm’a göre şekillendirilmesi için de lâzım gelen siyâsî, iktisâdî, hukûkî ve cezâî esasları açıklamıştır. İnsanları her türlü esâret ve kölelik zincirlerinin boyunduruğundan kurtaran, Tevhîd akîdesinin yılmaz savunucusu Hz. Ahmed Muhammed Mustafâ (a.s), hak dava uğrunda nice çilelere katlanmış, İslâm’ı ve İslâm toplumunu koruma ve kollama yolunda bir çok savaşlara katılmış, hakka âşıkların, mazlûmların, mustazafların, kimsesizlerin umut güneşi, zâlimlerin, kâfirlerin, müstekbirlerin ve münâfıkların da korkulu rüyâsı olmuştur. Allâh tarafından yaratılmış ilk ve en kâmil nûr olan peygamberlerin sonuncusu, yüce mesâjın sâhibi Hazreti Muhammed Mustafâ (s.a.a.) 632 yılında bedenen aramızdan ayrılarak Sevgili (c.c.)’ye kavuşmuştur.[34]
Salât-ü Selâm üzerinize olsun , Ey Resûl ve Ehl-i Beyt’i! 
Selâm sizlere, Ey Resûl’ün yoldaşları, yâranları!
Selâm sana, Ey Hatîce ana!
Şefâatınız cümlemizin üzerine olsun!
Nebîler Şâhı (a.s) buyurdular; “İmâmını bilmeden (tanımadan) ölen kimse, câhiliyye ölümü ile ölmüş olur.”[35]
MUHAMMED’İM GEL
Rehberim, mürşîdim, Muhammed’im gel.
Resûlü Kibriyâ’m, Can Ahmed’im gel.
Nice, hayâlimde seyrangâhımsın,
Hak nûr-u Nübüvvet; Muhammed’im gel.
Hak habîbi; canım, Muhammed’im gel.
Ol nûr-u Rahmân’ım; Can Ahmed’im gel.
Sen ki dû cihânın Mustafâ’sısın,
Sâki-i âb-ı Kevser, Muhammed’im gel.
Müminler safâsı; Muhammed’im gel.
Ehl-i Beyt atası; Can Ahmed’im gel.
Bütün insanlığın şefaatkânısın,
Hakîkat binâsı, Muhammed’im gel.
Kâfirin korkusu; Muhammed’im gel.
Âşığın tartısı; Can Ahmed’im gel.
Cümle Enbiyâ’nın pâdişâhısın,
Nefsimin törpüsü, Muhammed’im gel.
Kul Kanmışım, candan sana bağlandım.
Ciğerciğim kebap oldu dağlandım.
Bazen Mecnûn oldum, bazen uslandım,
Aşkın yaktı bizi, Muhammed’im gel (s.a.a.)[36]
İmâm’lar (a.s); Muhammedî Güneş’in, çevresinde dönen gezegenlerdir.

HAZRETİ FÂTIMA’NIN ( a.s.) HAYÂTI

Hazreti Fâtıma (a.s); Peygamberimizin, Hazreti Hatîce’den (a.s) olma kızı ve peygamber neslinin devam ettiricisi, Nübüvvet semâsının nur saçan parlak yıldızıdır. Gönül hangi duygularla anlatabilir O’nu! Dil hangi kelimelerle ifâde edebilir O’nu! O ki; tarih yazan bir mektebin konuşan dili, haykıran yüreği, yaşayan bedeniydi. O, yüce Allâh’ın, Habîbine dünyâda iken ikrâm ettiği “Kevser” iidi.
Söz ve söyleyiş bakımından Resûl-ü Ekrem’e (a.s) çok benzerlerdi. Babalarının yanına girdikleri vakit, Resûlullâh, ona hürmeten ayağa kalkarlar, onu öperler, hal-hatırını sorarlar, oturturlardı. Peygamberimiz onun yanına vardıkları zaman da, Fâtıma ayağa kalkar, babalarına karşı aynı hürmette bulunurlar, ellerini öperler oturturlardı.
Hz. Fâtıma (a.s), Mekke’de Hz. Hatîce (a) annemizin vefâtlarından sonra, henüz çocuk yaşta oldukları halde babalarını her hususta korumaya başlamışlardı. Bir defasında Kureyş’in ileri gelen bazı kafirleri Resûlullâh namaz kılarken secdede mübârek sırtlarına pislik atmışlar, bunu duyan Fâtıma (a), koşarak babalarının yardımına gelmiş, O’nun mübârek sırtlarını temizlemişlerdi. O, âdeta babasının annesi idi ki; Resûlullâh bu yüzden ona “ümmü ebîha” (babasının annesi) lakâbını vermişlerdi.
Ehl-i Beyt İmâmlarının başlarının tâcı, müminlerin annesi, Peygamberin göz bebeği olan O güzel insan (a.s), Nûr’un (a) Nûr’la (a) cem olma vakti geldiğinde, Allâh’ın izni, Resûlullâh’ın (s) onayı ve ilâhî takdîr ile eşine kavuşmuş, insanlar arasında sade ve gösterişsiz, melekler  âleminde ise, büyük bir sevinç ve ilâhî bir nikâh ile gelin olmuştur.
O; Kâinattaki en güzel babaya-anaya, en güzel kız evlat, İmâmlar İmâmı Ali’ye en güzel yardımcı ve eş, güzeller güzeli cennetlik gençlerin efendileri olan Hasan ve Hüseyin’e (a) en güzel anne, mümin kadınlar ve kızlara en güzel örnek olmuştur.
Hz. Fâtıma, efendimizin (a.s.) sonsuzluğa yelken açmasından çok kısa bir süre sonra sevdiğine kavuşmuş, babasına komşu olmuştur.[37]
Peygamberimizin, Fâtıma-ı Zehrâ’nın ve tüm Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nın üzerine sonsuz salât ve selâm olsun!
İlâhî! bizleri, onların yolunda ve onlara komşu eyle!
Hz. Fâtıma (a.s) buyurdu; “Allâh ana-babaya iyilik yapmayı ilâhî gazaptan korunma vesîlesi kıldı.” [38]
Din kardeşinin ayıbını örtmek, Ehl-i Beyt âşığının nişânesidir.

1. İMÂM HZ. ALİ’NİN (a)HAYÂTI

İmâm Ali (a.s) hicretten 23 yıl önce Mekke’de dünyaya geldi. Babası Ebû Tâlib ®, annesi Esed kızı Fâtıma ®’dır. Küçük yaşlardan itibaren, peygamberimiz onu kendi evine alarak, terbiye ve himâyesini bizzat kendisi üslendi. O, peygamberimize ilk îmân getiren kimseydi ve her zaman O’nunla beraberdi. Peygamberimizin biricik kızı Fâtıma (s), O’nun eşi idi. 
O; Putperestlerin, peygamber efendimizi öldürmek istedikleri o hicret gecesinde, canını ortaya koyarak Resûlullâh’ın yatağına yatan, hem Mekke’de ve hem de Medîne’ye hicret gerçekleştikten sonra ashâb ® arasındaki kardeşlik (musâhiplik) eşleşmesinde Hz. Peygambere kardeş olan, Resûlullâh’ın (a.s) hayatta olduğu dönemde yapılan savaşların çoğunda Allâh’ın izni ile Müslüman’ların muzaffer olmalarında olağanüstü emekleri geçen ve hakkında kudsî hadîs ile; “Lâ fetâ illâ Ali, Lâ seyfe illâ zülfikâr-Ali’den yiğit er Zülfikâr’dan üstün kılıç yoktur.” buyrulan, hendek savaşında Müslüman’larda korku ve gevşekliğin hâkim olduğu bir sırada, kimsenin karşısına çıkmaya cesâret edemediği elebaşı bir müşrîki, dillere destan kılıç darbesi ile cehenneme yuvarlayarak, Hz Peygamber’in (a.s); “Ali’nin bu kılıç darbesi diğer bütün insanlar ve cinlerin ibâdetlerinden daha üstündür/faziletlidir.” kelâm-ı şerîflerine mazhâr olan... kimsedir.
Ehl-i Beyt’in anlayışı ve yoluna göre, İmâm Ali (a), ilâhî emir gereği Hazreti Resûlullâh’ın (s.a.a.) hak halifeleri olan Oniki masum İmâm’ın ilkidir. Resûlullâh, İslâm davetini teblîğe başladığı günden itibaren, çeşitli münâsebetlerle, Hz. Ali’nin bu ilâhî hilâfet makâmının sâhibi olduğunu açıklamıştır. Özellikle de “Ğadir-i Hum” denilen mevkide vedâ haccı dönüşünde Hazreti Ali’yi hilâfet-İmâmet-Velâyet makâmına ilâhî bir emirle atamışlar, sahâbeden bir çok ileri gelenler de orada Hz. Ali’yi bu makâma atanmalarından dolayı tebrîk etmiş, kutlamışlardır. Ehl-i Beyt mektebinde bu münâsebetle “Ğadir-i Hum” olayının cereyân ettiği 18 Zilhicce günü “Ğadîr-i Hum bayramı” olarak kutlanır ki, bu günde, günün önemini belirten konuşmalar yapılır, İmâm’ın (a.s) kişiliği, hayâtı, mücâdelesi hakkında bilgiler verilir, ümmete, örnek bir “İnsan-ı Kâmil”  tanıtılmaya çalışılır.[39]
Ancak; Resûlullâh’ın vefâtından sonra bazı sebeplerden ötürü ilk üç halîfe ® döneminde İmâm-ı Ali’nin zâhirî hilâfeti gerçekleşmemiştir. Üçüncü Halîfe’den sonra Müslüman’larca halîfelik makâmına getirilen İmâm (s), kendisinden önceki halîfelerin atamış oldukları bir çok vâli ve devlet görevlilerini bulundukları makâma layık görmediğinden, onları azledip, yerlerine lâyık gördüğü kimseleri tayîn etti. Bu dönemde, çeşitli nedenlerden ötürü oluşan iç muhâlefet netîcesinde, İmâm (a), Cemel, Sıffin ve Nehrevan savaşlarını yapmak zorunda kaldı.
Hz. Ali ®; takvâda, Allâh’a ibâdette, cesârette, yiğitlikte, emînlikte, Hz. Resûlullâh’tan (s.a.) sonra gelen ilk insandı. O, her zaman hakkı, adâleti, Allâh’ın şerîatını icrâ ediyor, mazlûmlara yardımcı, dost, zâlimlere ise düşmân idi. O’nun adâlet anlayışında, hiç kimse için bir ayrıcalık söz konusu olmayıp, Hakk’a âşık, adâlet timsâli bir zât idi.
İmâm Ali; ilimde ashâbın ® arasında en bilgini idi. Resûlullâh (s.a.a); “Ben ilmin şehriyim, Ali’de onun kapısıdır, şehre girmek isteyen kapıdan gelsin.”[40] buyurarak, Hz. Ali’nin bu derin ilmini beyân etmişlerdir.
“NEHCÜ’L BELÂĞA” kitâbı da, ilim deryâsı olan İmâm’ın (a), hutbe, mektûp, öğüt ve nasîhatlerinden bir kısmını içeren kıymetlibir eserdir.
İmâm Ali, bir sabah namâzı esnâsında dâhilî hâinlerden İbn-i Mülcem (l.a.) tarafından bir kılıç-hançer darbesi ile vurulmuş ve aldığı yaralar neticesinde şehâdet şerbetini içmiştir.[41]
Selâm sana, Ey ilim şehrinin kapısı!
Selâm sana, Ey Resûlullâh’ın kardeşi!
Selâm sana, Ey müminlerin velîsi
Selâm sana, Ey hakkında; “Ali’ye söven bana sövmüştür, bana söven de Allâh’a sövmüş olur.”, “Ali ile savaşan benimle savaşmıştır, benimle savaşan da Allâh ile savaşmış gibi olur.”, Ey Ali! Ben Kur’ân’ın tenzîli için savaştım, sen de te’vîli için savaşacaksın.”, “Ali’yi sevmek îmândan, O’na buğzetmek ise münâfıklıktandır...” buyrulan İslâm Askeri!
Selâm sana, Ey Hizbullâh’ın İmâmı!
Hz. İmâm Ali (a) buyuruyor; “İyilerle kötüler senin yanında aynı değerde olmasın. Çünkü, bu iyileri iyilik yapmaktan soğutur, kötüleri de kötülük yapmak da cüretli kılar.”[42]
“Son veda haccı idi peygamberin.
Onsekizinci günü Zilhicce’nin.
Çıktı yüksek bir yere ol Mustafâ,
Yanına aldı Ali’yi, bâsafâ.
Dinleyiniz ey garib ümmetlerim,
Anlatayım size vasiyetlerim.
Aranızdan ayrılığım çok yakın,
Hak yoldan çıkmayın, aman, sakın.
Bana îmânı olanlar, dinleyin,
Allâh’ın fermânını siz belleyin.
İki muhkem şey bırakırım size,
Haşr’e dek rehber olur bunlar size.
Birisi, Allâh’ın Kur’ân’ıdır,
Diğeri, Ehl-i Beyt’in irfânıdır.
İşte aldım ben Ali’yi yanıma,
Son sözü tekrarlarım ihvânıma.
Canla, başla siz Ali’ye sarılın,
Böylelikle Hak yoluna doğrulun.
Ben, kimin mevlâsı olduysam heman,
Ali’de mevlâsıdır, onun her zaman.
Kim beni severse, sever Ali’yi,
Ayrı bilmez, Peygamberle, velîyi.
Kim, Ali’ye düşman olursa heman,
O, benim de düşmanımdır her zaman.
Sonra dedi, ol Muhammed Mustafâ,
Ey ashâbım eyleyin ahde vefâ.
Sonra kaldırdı elini Fahr-ı Cihân,
Dedi: Yâ Rab! Şâhit ol sen de hemân.
Allâh’ım sen de sev Ali’yi seveni,
Sen de sevme Ali’yi sevmeyeni.
Düşman ol! sen de Ali’nin düşmanına,
Yardım eyle! Ali’nin yârânına.
Her kim Ali’den kaçarsa ey Hüdâ!,
O’nu benden dâima eyle cüdâ.
Kim hakâret eylese bu Ali’ye,
Ya, husûmet eylese ol velîye.[43]
Sen iki cihânda onu kıl hakir,
Bu duâmı müstecâb et yâ Kadîr!
İşitince hep sahâbe bu sözü,
Vecde geldi, güldü hepsinin yüzü.”[44]
İmâm Ali (a.s) İslâm’ın onurudur.

2. İMÂM HZ. HASAN’IN (a.s) HAYÂTI

İmâm Hasan (a), Medîne’de dünyâya geldi. Babası, Hz. Ali (a.s), annesi Hz. Fâtıma (a.s)’dır. İmâm Hasan, Hz. Resûlullâh (a.s) gibi bir dede ile, Fâtıma ve Ali gibi bir anne ve babanın eli altında, onların terbiyeleri ile yetişti. O, Peygamber efendimizin, haklarında; “...cennetlik gençlerin efendileridir...” buyurduğu iki kardeşten birisidir.”
O’nun mübârek isimleri, bizzat Hz. Resûlullâh tarafından kendilerine verilmiş olup, peygamberimizin (a.s), zât-ı şerîflerine en ufak bir acı-zarar bile gelmesine, tahammül gösteremediği biricik torunlarından idi.
İmâm Hasan (a.s), babaları Şâh-ı Velâyet’in şehâdetleri esnâsında vasiyet üzerine ümmetin İmâmı olmuş, kudsî halleri ve rabbânî kemâlâtı ile ümmeti zâhiren ve bâtınen hakka ulaştırma yolunda cehd etmiştir. Kendisi gayet halîm, selîm, Resûlullâh’ın (s.a.a.) ve Velîler başbuğunun (a.s.) vasıflarını câmi, İmâm-ı Ali’nin bir çok sırlarına mahrem bir zât olup, peygamberimizin göz bebeği idi.
İmâmın, zâhirî hilâfet makâmına geçmesinden sonra uzun bir süre dolmadan Muâviye, İmâma baş kaldırarak önceki hîle ve desîselerine devam etti. İmâmın (a) taraftarlarının vefâsızlığı, Emevî soyunun Müslüman’larca henüz tam olarak tanınamaması, bir çok menfaat şebekelerinin deMuâviye’nin safında yer almış olmaları, ortam ve Müslüman’ların maslahatının, savaşa müsâit olmamasından dolayı, İmâm (a), belli şartlar dâhilinde O’nunla barış antlaşması imzaladı, Müslüman’ların ve İslâm’ın faydasına olması amacıyla zâhirî hilâfetten ferâğat etti.
Fakat, Muâviye, yaptığı antlaşmanın hiç bir şartına riâyet etmedi. Ve Resûlullâh’ın (a.s); münâfıkların alâmeti ile ilgili buyurmuş oldukları üç bâriz özelliği bütün çıplaklığıyla hal ve uygulamalarında tecellî ettirmiş oldu; “Söz verdi sözünde durmadı. Ehl-i Beyt emânetine ihânet etti. Yalanlarında sınır tanımadı.” (Kur’ân’da bahsedilen, münâfıklarla ilgili özelliklerle de Muâviye’nin yaşamının ne boyutta örtüştüğü her aklı başındaki müminin malûmudur.) Zamanla Ümeyye oğullarının içyüzü yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Sonunda, Muâviye, Hz. Hasan’ın (a) varlığına bile tahammül edemeyerek İmâm’ı zehirlettirerek şehît etti.[45]
Selâm sana, annene, babana, kardeşin Hüseyin’e ve Ceddin Resûlullâh’a, Ey Peygamberin torunu!
Selâm sana ve senden yana olan Şîalarına, Ey İmâm!
İmâm Hasan (a.s) buyurdu; “Kardeşlik, sıkıntı ve darlıkta vefâlı olmaktır.”[46]
.......
.......
İmâm Ali babaları,
Muhammed’dir dedeleri,
Arşın çifte küpeleri,
Hasan ile Hüseyin’dir. 
Yunus der ki dünya fâni,
Bizden evvel gelen hani,
Sekiz cennetin sultanı,
Hasan ile Hüseyin’dir(a.s)..[47]
Alevîlik, İslâm yoluna baş koymaktır.

3. İMÂM HZ. HÜSEYİN’İN (a.s) HAYÂTI

Hz. Hüseyin Medîne-i Münevvere’de dünyâyı şereflendirdi. Resûlullâh (a) tarafından ism-i şerîfleri verilen Hüseyin’in (a.s), babası, İmâm Ali (a.s), annesi ise, Fâtıma Betûl (s)’dür.
Fahr-i Kâinât (a.s.), Hazreti Hüseyin efendimize bizzat ilgi gösteriyordu. Kardeşi Hasan ile birlikte Resûlullâh’ın özel ilgi ve iltifâtına mazhâr olan şehitler efendisine gösterilen bu yakınlık, alelâde, dedenin toruna gösterdiği bir ilgi olmaktan öte, Resûlullâh’ın, Hüseyin’in şahsında İslâm’a, İslâm uğrunda Şehît olmaya, Ehl-i Beyt soyuna ve o soyun, tertemiz kılınmış İmâmlarına verdiği değeri ifâde ediyordu.
O yüce insan, kardeşi İmâm Hasan’ın vefâtı ile vasiyet üzere, ümmetin İmâmetine atanmış, Kerbelâ’da hunharca şehîd edilinceye kadar bu görevi hakkıyla îfâ etmiştir.
O; İslâm nedir?, küfür-şirk ne?, Müslüman kimdir?, kâfir kim?, takvâ nedir?, fücur ne?, hidâyet İmâmı kimdir?, dalâlet İmâmı kim?, İslâm’ın âdil düzeni nedir?, İslâm maskesi takılmış zulüm düzeni ne?, Allâh yolunda olmak nedir?, şeytân yolunda olmak ne?, Nebevî sünnet nedir?, Emevî sünnet ne? Hakk’a kul olmak nedir?, bâtıla satılmak ne?, Şeref nedir?, şerefsizlik ne?, İzzet nedir?, zillet ne?, Allâh’a ibâdet ve itaat nedir?, devlete, sultâna ibâdet ve itaat ne...??? bilinmediği, her şeyin birbirine karıştırıldığı bir dünyâda; hakkı bâtıldan ayıran bir Fâruk, doğruyu insanlara öğreten bir Muallim, zulüm bulutlarını dağıtan bir Güneş idi. O; zamanının, baltası ile putları kıran bir İbrâhîm’i, asâsı ile denizler yaran Mûsâ’sı, nefesiyle hayat veren Îsâ’sı, nûru ile kâinâtı tenvîr eden ceddi Muhammed’i (a) gibi idi.
Hüseyin (a), Müslüman’ların başına halîfe(!) sıfatıyla zulüm ve belâ getiren Muâviye’nin oğlu Yezit’e (l.a.) şanlı kıyâmıyla karşı koymuş ve Kerbelâ’da zâlimlerin eliyle, yetmişiki yârânıyla birlikte, geride Zeynep’ler, Zeynelâbidin’ler bırakarak şehâdete ulaşmış ve sevdiklerine kavuşmuştur. Kerbelâ’nın acı ve ibretli sahnesini günümüze taşıyan ve Asiye’lerin, Meryem’lerin, Hatîce’lerin, Sümeyye’lerin, ve Fâtıma’ların zalimlerce susturulamayacağını, yaşayışı ve haykırışlarıyla ortaya koyan İslâm’ın onurlu örnek kadınlarından Zeyneb’in (a) hayâtı ise, bir destan olup, Kerbelâ’nın ak yüzlerinden birini göstermekte, Zeynep, tüm çağların Müslüman kadınlarına “Üsve-i Hasene” olmaktadır.
İmâm Hüseyin ve dostlarının (r.a.) şehâdet şerbeti içtikleri acı ve hüzün dolu gün olan, 10 Muharrem Âşûrâ günü, İmâm’ın şehâdeti münâsebetiyle yüzlerce yıldır dünyânın dört bir yanında anılmakta, o günde Şehîdler Serveri’nin ve ashâbının ® muazzez ruhlarına Kur’ân okunmakta, duâlar edilmekte, gözler ve gönüller onun aşkı ile yanıp tutuşmakta ve ıslanmakta, sîneler dövülmekte, O’nun mücâdelesi ve tavizsiz yolu sürdürülmekte, tarihteki Yezîd’i (l.a.) tanıyan ve çağdaş Yezitlere karşı Muhammedî İslâm’ı savunan, yaşayan ve yaşatmaya çalışan bilinçli şahsiyetler oluşturulmaya çalışılmaktadır.[48]
Selâm sana, Ey Tûr-u Sînâ’sı Kerbelâ olan Hüseyin!
Selâm sana, Ey Resûlullâh’ın göz bebeği!
Selâm sana, Ey zamânın zübde-i âlemi!
Selâm sana, Ey aşk ikliminin güneşi!
Selâm sana, Ey Şehâdet âsâsı ile Tâğût Yezîd’in sihirleriniboşa çıkaran, zamânın Mûsâ’sı Hüseyin!
Selâm sana, Ey Zeyneb-i Kübrâ!
Selam, sana, ashâbına, yâranına, etbâına, evlâdına, ecdâdına Yâ Hüseyin!
Ehl-i Hakk’ın İmâmı Hüseyin (a.s) buyurdu; “Bir kardeşin senden ayrıldığında arkandan söylemesini istemediğin şeyi, sen de onun arkasından söyleme!”[49]
HÜSEYİN
Âlemlere rahmet ceddin son Nebî,
O’ndan aldık biz, en büyük haberi.
Müjdeler, uyarır bütün beşeri,
O’nun izinden gider mertçe Hüseyin.
Medîne’de dikilen, yükselen bayrak,
Parlayan İslâm’ın nûrudur ancak.
Bedir’de, Uhut’ta açılmış sancak,
Asil ceddin Muhammetçe, Hüseyin.
Mekke, Hayber, Yemen bir bir  fetholur.
Mazlumları zâlimlerden kurtulur.
Medîne’de âdil düzen kurulur,
Yoksul için olur bütçe, Hüseyin.
Fitne kanat açar Resul’den sonra,
Dînini yağmalar münâfık zorba.
Müslüman’a iner her alçak darbe,
Fısk işlenir çok hoyratça, Hüseyin.
Zulmün her türlüsü meydanı alır,
Hâinler açıkça suç işler olur.
Hilâfet yezitler eline kalır,
Ayak, baş olmuş nâmertçe, Hüseyin.
Zorbadan korkanlar baş eğmiş, kime?
Melûn sultan Yezit kalkışmış zulme.
Ümmet şaşkın, mahzûn, bezgindir ama,
Dertleriyle dertli dertçe, Hüseyin.
Reddeder, bîat etmez öyle sultana,
Azgın tâğût olup, Hakka çatana.
Görüp, susmak zillet gelmiş de O’na,
Hakkı haykırmıştır, netçe, Hüseyin.
Hem çağır, sonra da katletmeye kalk,
Dînini dünyâya satmış dönek halk.
Aslında kendileri oldular helak,
Terk edilmez ehl-i beytçe, Hüseyin.
Echel zâlimlere kılıç çalarak,
Binlerce vahşiye karşı durarak.
Yetmiş yiğit ile şehît olarak,
Emsalsizdir şehâdetçe, Hüseyin.
Nasıl da kıymışlar, kahpece heyhât!
Katledilmiş ol mutahhar ehl-i beyt.
“Müslüman’ım” der, bir de binlerce nâmert,
Allâh dostu, Velâyetçe Hüseyin.
Allâh için, İslâm için can verdi,
Tevhîdi kurtarmak için kan verdi.
Direnişi insanlığa şan verdi,
Kalpleri fethetti, fertçe Hüseyin.
Hak-bâtıl savaşı, işin aslıdır,
O, hak yolda, Muhammed’in neslidir.
En büyük emânet Kur’ân, ehlidir,
İsbat etti bak, yiğitçe Hüseyin.
Tüm tâgûtlar sultasını yürüttü,
Sandı, hakkın köklerini kuruttu.
Allâh Ehl-i Beyt’i böyle arıttı,
Sevilmekte hep ümmetçe, Hüseyin.
Gel kardeşim Hüseyin’i örnek al,
Allâh için cihad meydanına dal.
Tâğûtlara, bel’amlara korku sal,
Hak İmâmdır, İmâmetçe Hüseyin (a.s).[50]

Her yer Kerbelâ, her gün Âşûrâ,
Mümin olan, başın koyar bu yola.


[1] Geniş bilgi için bak: M. Ebû Zehrâ: İmâm Cafer Sâdık: sh:399, Türkiye Diyânet Vakfı İslâm Ansp: c:7 sh:8..vb.
[2] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 11
[3] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 11
[4] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 30
[5] Usûl-ü dîn hakkında bakınız: Kâşiful Ğıta: Caferî mezhebi ve esasları: sh: 42-44, Tevfik Oytan: Bektâşiliğin iç yüzü: c: 2 sh: 52, Bedri Noyan: Bektâşîlik Alevîlik nedir? Sh: 60.., Mustafa Kalaycı: Ehl-i Beyt ışıkları ve âşıkları: sh: 130-131, Haydar Kaya: Bektâşî İlmihâli: sh: 39, Mekârim Şîrâzî: Ehl-i Beyt mektebinde temel inançlar, Der Râh-ı Hakk: Ehl-i Beyt mektebine göre İslâm’da usûl-ü dîn...vb.
[6] Allâh’ın varlığı hakkında delilli geniş bilgi için bakınız: Saîd-i Nursî: Sözler: 22. Söz, Mekârim Şîrâzî: Ehl-i Beyt mektebinde temel inançlar: sh: 13-68, Der Râh-ı Hakk: Ehl-i Beyt mektebine göre İslâm’da usûl-ü dîn: sh: 11-73, Muzaffer Ozak: İrşad: c: 1, Abdurrezzak Nevfel: Allâh ve modern ilim: c: 1-2..vb.
[7] Tevhîd ve şirk hakkında geniş bilgi için bak: Murtazâ Mutahhari: Kur’ân’da insan, îmân ve ahlak, Abdulbâki Gölpınarlı: Târih boyunca İslâm mezhepleri ve Şîilik: sh: 234-258, Ali Şerîatî: Dinler tarihi (1), Medeniyet tarihi (1), İslâm nedir?, Yarının tarihine bakış, Sâlih Gürdal: Tevhîd ve şirk, Mustafa Çelik: Müşrik toplumun âmentüsü, Ali Ünal: Kur’ân’da temel kavramlar, Yusuf Kerimoğlu: Kelimeler kavramlar, Mehmet Alagaş: Tevhîd ve şirk...vb.
[8] Tâğûtla ilgili âyetlere bakınız: Bakara (2): 256, 257, Nisâ (4): 51, 60,76, Mâide (5): 60, Nahl (16): 36, Zümer (39): 17.
[9] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 86, Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 3, 6, Tehzîb: c: 6 sh: 218, 301, Vesâilü’ş-Şîa: c: 18 sh: 99
[10] Tevhîd ve tâğûtun reddi ile ilgili bakınız: M. Hüseyin Beheştî-Cevad Bahoner: İnsan ve tarih, Ahmet El-Kattan-Muhammed Ez-Zeyn: Tâğût, Ali Ünal: Kur’ân’da temel kavramlar, Mustafa Çelik: Lâ 1, 2, Mustafa İslamoğlu: Îman Risâlesi, Yaşar Nuri Öztürk: Kur’ân’ın temel kavramları, Muhammed Kutub: Tevhîd, Yusuf El-Kardâvi: Tevhîdin hakîkati... vb.
[11] Men lâ yahduruhul fakîh: c: 3 sh: 5,Tehzîb: c: 6 sh: 221,
[12] Usûl-u Kâfî: c: 1 sh: 245..
[13] Nübüvvete îmân hakkında geniş bilgi için bak: Muhammed Tebrizî: İmâmiyye inançları: sh: 13.., A. Sabri Hamedânî: Cafer Sâdık buyrukları: sh: 68.., Abdulbâki Gölpınarlı: İslâm mezhepleri ve Şîilik: sh: 272.., Kâşiful Ğıtâ: Caferî mezhebi ve esasları: sh: 48-49, Muhammed Muzaffer: Şîa inançları: sh: 38.., Mekârim Şirâzî: Ehl-i Beyt mektebinde temel inançlar: sh: 131-196, Der Râh-ı Hakk: Ehl-i Beyt mektebine göre İslâm’da usûl-ü dîn: sh: 83-175,..vb. .
[14] Âhirete îmân ile ilgili daha geniş bilgi için bak: Mekârim Şirâzî: Ehl-i Beyt mektebinde temel inançlar: sh:277-336, Bedîuzzaman Saîd-i Nursî: Sözler: 10. söz, Abdulbâki Gölpınarlı: Tarih boyunca İslâm mezhepleri ve Şiilik: sh: 556-560, Murtazâ Mutahhari: Kur’ân’da insan-îmân-âhiret: sh: 221.., Der Râh-ı Hakk: Ehl-i Beyt mektebine göre İslâm’da usûl-ü dîn: sh: 238-255.., vb.
[15] Herkesin hakkının hesap günü eksiksiz verileceğine îmân etmek, bu dünyadaki zulüm ve haksızlıklar karşısında sessiz kalmak, boyun eğmek, körü körüne teslimiyetçi olmak demek değildir. Müslüman, haksızlıklara karşı elinden geleni yapan, gücü yettiğince hakları savunandır.
[16] Adâlet ile ilgili geniş bilgi için bak: Nübüvvete ve âhirete îmân konusunda verilen kaynakların belirtildiği dipnottaki kaynak eserler.
[17] Said Havva: İslâm: sh: 309
[18] Seyyid Abdullâh Cemâleddîn: İslâm’da idâri siyâset: sh: 107
[19] El-Cezerî: Dört mezhebin fıkıh kitâbı: c: 5 sh: 416
[20] Muhyiddîn Arabî: Futuhât-ı Mekkiyye: sh: 38
[21] İmâm Ebû Muîn En-Nesefî: Bahrul kelam fî akâidi ehl-i İslâm: sh: 179, Yusuf Kerimoğlu: Emânet ve Ehliyet (İslâm İlmihâli): c: 1 sh: 108
[22] Sahîh-i Müslim: Had no: 1851, Ahmed b. Hanbel: Müsned, Muttaki Hindî: Kenzul Ummâl, Muhammed Bâkır Meclisî: Bıhârul Envâr, Ebû Cafer Kuleynî: Usûl-u Kâfî, Allâme Emîni: El-Ğadîr: c: 10 sh: 359..., Muhammed Reyşehri: İmâmet ve Rehberiyet Felsefesi, Ehl-i Beyt mesajı dergileri,...vb.
[23] Ğadîr-i Hum ile ilgili geniş ayrıntılar için bakınız: Allâme Emînî: El-Ğadîr, Allâme Şerâfeddîn: El-Müracaat, Şeyh Müfid: El-İrşâd (tercm): sh: 123-128, Prof 1400 (Nazmi Nizami Sakallıoğlu): Ehl-i Beyt davası: c: 1 sh: 176-194, M. Asım Köksal: İslâm Târihi: c: 10 sh: 312, 313,...vb. 
[24] Ehl-i Beyt’in İmâmet ve velâyetinin delilleri ile ilgili geniş bilgi için bakınız: Allâme Şerâfeddîn: El-Müracaat, Allâme Emînî: El-Ğadîr, Kuleynî: Usûl-ü Kâfî, Tuhaful Ukûl (tercm): sh: 885-921, Cafer Sübhâni: El-İlâhiyât c:2 sh: 509-632, Muhammed Reyşehrî: İmâmet ve rehberiyet felsefesi, Murtazâ Mutahhari: İmâmet ve rehberiyet, Mekârim Şîrâzî: Ehl-i Beyt mektebinde temel inançlar, Hüseyin Ali Muntazarî: Velâyeti Fakîh, Ali Şeriatî: Ümmet ve İmâmet, Muhammed Ticânî: Nasıl hidâyete erdim?, Doğrularla birlikte, Ehl-i Zikre sorunuz, Gerçek Ehl-i Sünnet, Şîa’dır, Abdulkâdir Çuhacıoğlu: El-Hasâis (Hadislerle Hazreti Ali) tercüme ve şerhi, Abdulbâki Gölpınarlı: Târih boyunca İslâm mezhepleri ve Şîilik: sh: 302-338, M. Ali Derman: Evliyâlar şâhı: c:1-4,...vb.
[25] Bakınız: Sekaleyn hadîsinin kaynaklarının belirtildiği dipnot.
[26] Sahîh-i Buhârî: Ahkam kitâbı: had. no: 51, Sahîh-i Müslim: İmâret kitâbı: had. no: 1821, Sünen-i Tirmizi: Fiten kitâbı: had. No:2224, Müsned-i Ahmed b. Hanbel: c: 1 sh: 398, 406, c:5 sh: 86-101, 106-108, Sünen-i Ebî Dâvûd: Mehdî kitâbı: had. No: 4279, 4280, Buhârî: Târîh-i Kebîr: c: 1 sh: 446, Ebû Nuaym İsfehânî: Hılyetül Evliyâ: c: 4 sh: 323, İbn-i Kesir: El-Bidâye ve’n-Nihâye: c:6 sh: 248, Taberânî: Mucemül Kebîr: sh: 94,...vb.
[27] Daha başka rivâyetler ve geniş bilgi için bak: Süleyman Kundûzî Hanefî: Yenâbiul Meveddet: c: 3 sh: 160, Şeyh İbrâhîm Cüveynî Hameveynî: Ferâidus Sımtayn: c: 2 sh: 312, 313, 321, Harezmî: Maktelül Hüseyin: sh:94, Şeyh Müfid: El-İrşâd: Takdim yazısından: sh: 9-11, Ehl-i Beyt Mesajı dergisi:sayı: 15 sh: 48-51,..vb.
[28] Sünen-i Ebî Dâvûd: Mehdî kitâbı: had. No: 4283, 4284, Sünen-i İbni Mâce: Fiten Kitâbı: 34. Bâb had. No: 4082-4086, Sünen-i Tirmizi: had. No: 2230-2232, Müsned-i Ahmed b. Hanbel: c: 1 sh: 99, c: 3 sh: 28, 37, 52, 70, c: 5 sh: 277, 377,...vb.
[29] Saîd-i Nursî (rh): Lem’alar: Dördüncü lem’a: sh: 27
[30] Seyyid Rûhullâh (rh): Müslümanların birliği ile ilgili mesajlar: sh: 9,25..
[31] Muzaffer Ozak: İrşâd: c:3 sh: 704, 705
[32] Yâni İmâm; insan üstü bir varlık değil, ancak üstün insandır ve lâyık olduğu için bir çok ilâhî ikrâm ve in’ama mazhar olmuş, ilm-i ledün’den nasiplenmiştir.
[33] Tuhaful Ukûl tercm: sh: 915-919
[34] Peygamberimizin hayâtı hakkında geniş bilgi için bakınız: Abdulbâki Gölpınarlı: Sosyal açıdan İslâm Târihi, Cafer Sübhanî: Ebediyet nûru: c:1,2, Ali Şeriati: Muhammed’i tanıyalım, Muhammed Kimdir?, Mehmet Kıtay: Hakîki İslâm târîhi ve Ehl-i Beyt, Yaşar Nuri Öztürk: Kendi dilinden Hazreti Muhammed,..vb.
[35] Usûl-u Kâfî: c: 3 sh: 32, 34
[36] Birgül Aru: Amasya, 16-12-1996
[37] Hz. Fâtıma hakkında geniş bilgi için bak: İbrâhîm Emînî: Hz. Fâtıma, Cihan Aktaş: Hz. Fâtıma, Yaşar Nuri Öztürk: Hz. Fâtıma, Tevfik Ebû İlm: Hz. Fâtıma, Seyyid Cafer Şehidî: Fâtımatü’z Zehrâ, Seyyid Murtazâ Hüseynî: Hz. Fâtıma’nın faziletleri, Allâme Şerâfeddîn: Kur’ân ve hadisler ışığında Hz. Fâtıma, Mehdî Pur: Dînî makaleler,..vb.
[38] Seyyid Muhsin Emin: Âyanü’ş Şîa: c:1 sh: 316 (Muhammed Ali: Ondört Masûm’dan kırkar hadis: sh: 73)
[39] Bakınız : İlgili dipnottaki kaynaklar.
[40] İbn-i Asâkir: Tarih-i Dımeşk: c: 2 sh: 464, 984..997, Müstedrek-i Hâkim: c: 3 sh: 126, 127, El-Kunduzî: Yenâbîul Meveddet: sh: 65, 72, 179, 183, 210, Suyûti: Tarihul Hülefâ: sh: 170, Şevkânî: Feyzül Kadir: c: 3 sh: 46, Zehebî: El-Mîzân: c: 1 sh: 415, c: 2 sh: 251, c:3 sh: 182, Taberânî: Mucemül Kebir vel Evsat, Tirmizi: Sünen: c: 5 sh: 301, Suyûti: Câmius Sağir: c: 1 sh: 93, Mustafa Necati Bursalı: Hz Ali, M. Sami Ramazanoğlu: Hz. Ali, M. Asım Köksal: İslâm Tarihi, Muzaffer Ozak: El-İrşâd, Y. Nuri Öztürk: Kendi dilinden Hz. Muhammed, Allâme Emînî: El-Ğadîr, Seyyid Şerafeddîn: El-Mürâcaat, Prof 1400: Ehl-i Beyt Davası: c: 2 sh: 107-109,...vb.
[41] Hz. Ali ile ilgili geniş bilgi için bak: Şeyh Müfid: El-İrşâd, Abdulbâki Gölpınarlı: Müminlerin Emîri Hz. Ali, Cafer Sübhâni: Hz. Ali’ye neler yaptılar?, Davut Duman: Hz. Ali, Coşkun Bilgin-Davut Duman:İmâm-ı Ümmet Hz. Ali, Hasan Selim Sâlih: Hz. Ali’nin hayâtı, Mustafa Yağmurlu: Hz. Ali, Nesâî: Hadislerle Hz. Ali, M. Sami Ramazanoğlu: Hz. Ali, M. Esad Coşan: Hz. Ali efendimizden vecizeler,..vb.
[42] Seyyid Radıyy: Nehcül Belâğa (terc): sh: 371
[43] Minberde hutbelerde İmâm Ali’ye (hâşâ) lanet etme adetini ilk olarak Muâviye başlatmış ve bu uygulama yıllarca (Ömer b. Abdulaziz tarafından kaldırılıncaya kadar) devâm etmiştir. Bak: İhsan Süreyyâ Sırma: Emevîler dönemi hilâfetten saltanâta: sh: 104, İrfan Aycan: Muâviye b. Ebî Süfyan: sh: 244.., Ahmed Hilmi-Ziyâ Nur: İslâm Tarihi: sh: 259, Mevdudi: Hilâfet ve saltanat: sh: 218-220, 234, Mustafa İslamoğlu: İmâmlar ve sultanlar: sh: 77, 78, Sadi Baba: Emir Muâviye sahâbe mi?: sh: 147.., 178, Ali Akın: Taassubtan tahkîka: sh: 19..., Yaşar Kaplan: Hz. Ali: sh: 219, Prof 1400: Ehl-i Beyt Davası: c: 3 sh: 348.., Mehmet Ali Derman: Evliyâlar şâhı: c: 1 87, 88, Allâme Emîni: El-Ğadîr: c: 10- 11,...vb.
[44] Mehmet Ali Derman: Evliyâlar şâhı: c: 1 sh: 76, 77
[45] Ahmet Cevdet Paşa: Kısas-ı Enbiyâ: sh: 303, Ahmet Hilmi-Ziya Nur: İslâm Tarihi: sh: 259, İrfan Aycan: Muâviye b. Ebi Süfyan: sh: 248, Y. Nuri Öztürk: Kendi dilinden Hz. Muhammed, Ehl-i Beyt’in annesi Hz. Fâtıma: sh: 133, 134, Sadi Baba: Emir Muâviye sahâbe mi?: sh:163, Resul Caferiyan: Masum İmâmların fikrî ve siyâsî hayâtı: sh: 103, M. Ali Derman: Evliyâlar şâhı: c: 1 sh: 80, 89, Prof 1400: Ehl-i Beyt Davası: c: 3 sh: 331..., Allâme Emînî: El-Ğadîr, Şeyh Müfîd: El-İrşâd,...vb.
[46] Allâme Meclisî: Bıhârul Envâr: c: 78 sh: 114
[47] Mustafa Varlı: İlâhîler, kasîdeler:sh: 181
[48] Kerbelâ hadisesi ve İmâm Hüseyin’in hayâtı hakkında geniş bilgi için bak: Allâme ibni Tavus: Kerbelâ şehitlerinin ardından, Şeyh Müfîd: El-İrşâd: sh: 231-297, Murtazâ Mutahhari: Kerbelâ ve İmâm Hüseyin, Hâdi Müderrisi: İmâm Hüseyin’in şehâdet zamânı, Seyyid Cafer Şehidî: Hüseyin’in kıyâmı, Şehid Destğayb: Kerbelâ katliamı ve Zeyneb’in mesajı, Muhammed Sadık Necmi: Hicretten şehâdete İmâm Hüseyin, Musa Güneş-Cafer Bendiderya: Kerbelâ şehitlerine ağlamak, Seyyid Rûhullâh Mûsevî (rh): Kerbelâ mesajı, Muhammed Âyetî: Âşûrâ günü ne oldu?, Ali Şeriati: Şehâdet, Mevdudi-Mutahhari: Bir uyarı bir sembol, Hz. Hüseyin, Murat Sertoğlu: Kerbelâ, Muhammed Abdurrahim: İmâm Hüseyin’in hayâtı ve dîvânı, M. Asım Köksal: Hz. Hüseyin ve Kerbelâ fâciâsı, İslâm târihi: c:11 sh: 160-212,
[49] Allâme Meclisî: Bıhârul Envâr: c: 78 sh: 127

[50] Kâmil Büyükbayraktar: Amasya, 1998