ÖLÜM ÂNINDA YAPILMASI GEREKENLER
Can vermek üzere olan Müslüman bir kimse ayaklarının altı kıbleye gelecek şekilde yatırılır. Yani eğer doğrulup kalkacak olsa yüzü kıbleye gelmelidir. Can vermek üzere olan kimsenin sırt üstü yatırılması mümkün değil ise yüzü kıbleye gelecek şekilde oturtulmalıdır.
Can vermek üzere olan kimse ölüm ânına kadar yalnız bırakılmamalı, ona, Allâh ve Resûlüne (a.s) şehâdet getirmesi, Oniki İmâm’ı (a.s) ikrâr etmesi, dînin temel esaslarını tasdîk etmesi telkîn edilmeli, baş ucunda Yâsîn, Âyetel Kürsî vs. gibi Kur’ân’dan sûre ve âyetler okunmalı, yanında cünüp ve hayızlı bulunulmamalı, karın üzerine ağır bir şey konulmamalı, gece ise ışık yakılmalıdır.
Ölen bir kimsenin ağzı, açık kalmaması için kapatılmalı, gözleri ve çenesi bağlanmalı, elleri ve ayakları uzatılarak temiz bir bez ile örtülmelidir.
Ölüm haberi tanıdıklara ve Müslüman dost ve ahbablara duyurulmalı, defin işlerinde mümkün olduğu ölçüde çabuk davranılmalıdır.
CENÂZEYİ KEFENLEME, CENÂZE NAMAZI
Müslüman’ın cenâzesini “îzâr” ,”kamîs” ve “lifâfe” denilen üç parça bez ile kefenlemek gerekir.
Îzâr; Göbekten dize kadar bedeni saran bir parça bezdir. Göğüsten ayak üzerine kadar olması ise daha iyidir.
Kamîs; Omuzdan baldırın yarısına kadar olan kısmı örten bezdir.
Lifâfe; Uzunluğu cenâzenin uzunluğundan daha fazla olan ve eni de bir tarafı diğer tarafının üzerine sarılacak kadar olan bezdir.
Îzârın göbekten dize kadar olan kısmı, kamisin omuzdan baldırın yarısına kadar örtecek miktarı kefenin farz olanıdır.
Ölüye sarılacak olan kefenden hiç bir kısmı bedeni gösterecek kadar ince, saf ipek veya altın işlemeli olmamalıdır.
CENÂZEYİ HANUTLAMA
Gusülden sonra cenâzenin hanutlanması farzdır. Hanutlama; secdede yere gelen yedi organa yani; alna, ellerin içine, diz kapaklarına, ve ayak baş parmaklarının ucuna kâfur sürmektir.
Bahsedilen yerlere sürülecek kâfur taze ve ezilmiş olup kokusu gitmemiş olmalıdır.
Hac için ihram giymiş bir kimse, Say’ı tamamlamadan önce Safâ ve Merve arasında ölürse, hanutlanması câiz (uygun) değildir. Eğer umre ihrâmında iken saçlarını kesmeden önce ölürse yine hanutlanmamalıdır.
Cenâze namazı hükümleri;
Müslüman bir ölünün, -çocuk bile olsa- cenâze namazını kılmak farzdır. Ancak çocuğun babası veya annesi veya ikisinden biri Müslüman olmalıdır ve çocuk altı yaşını tamamlamış olmalıdır. Diri olarak doğmuş ancak belirtilen yaşa ulaşmamış bir çocuğun ise cenâze namazını kılmak farz olmamakla birlikte, müstehâb (iyi bir amel) dır.
Cenâze namazı cenâzeyle ilgili bütün işler bittikten sonra kılınır.
Cenâze namazı, her ne kadar “namaz” kelimesi ile ifâde ediliyorsa da, bu ibâdet rükûsuz, secdesiz bir şekilde îfâ edildiğinden, cenâze için bir duâ, af dileme ve salâtın duâ-niyaz anlamı içerisinde değerlendirilmekte ve diğer farz namazlar için gerekli olan abdest, gusül, teyemmüm vs. gibi ön hazırlıklar şart olmamaktadır. Ancak, bu şartlara riâyet ederek cenâze namazını kılmak hem sünnet ve hem de âdâba daha uygundur.
Cenâze namazı kılan kimsenin yüzü kıbleye doğru olmalıdır. Cenâzeyi de sırt üstü yatırmak, baş tarafı namaz kılanların sağına, ayakları da soluna gelecek şekilde ön tarafa koymak farzdır.
Cenâze ile namaz kılanın arasında tabut ve benzeri bir şey hariç perde duvar vb. şeyler bulunmamalıdır.
Cenâze namazı ayakta ve Allâh’a yakınlık kastıyla kılınır. “Bu ölünün namazını Allâh’a yakınlık amacıyla (kurbeten ilallâh) kılıyorum.” diye niyet edilir.
Cenâze namazı mescit içerisinde kılınmaz.
CENÂZE NAMAZININ KILINIŞI
Cenâze namazı beş tekbîr ile kılınır. İmâm, cenâze erkek ise beli hizâsına, kadın ise göğüs hizâsına gelir, cemaatta arkada saf olur, kıbleye yönelinir. Cenâze namazı için niyet edildikten sonra eller yüz hizâsına kaldırılarak “Allâhu Ekber” diyerek tekbîr getirilir. Bu birinci tekbîrden sonra eller yana sarkıtılarak “Kelime-i Şehâdet” dediğimiz “Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûlüh”[5] okunur. Eller tekrar aynı şekilde kaldırılarak ikinci tekbîr getirilir ve yanlara salınır. Peygamberimize (a.s) ve Ehl-i Beyt’ine (a.s) salavât okunur. “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve Âl-i Muhammed”[6] gibi. Üçüncü tekbîrden sonra, müminler için duâ olan “Allâhümmağfir lil müminîne ve’l müminât”[7] duâsı okunur. Dördüncü tekbîrden sonra ölü erkek ise, “Allâhümmağfir li hâzal meyyit”[8] bayan ise, “Allâhümmağfir li hâzihil meyyit”[9] duâsı ölü için yapılır. Sonrada beşinci tekbîr ile cenâze namazı sona erer ve namazdan çıkılmış olur.[10]
Cemaat İmâmı tekbîr ve duâları sesli olarak okur, cemaat ise sessiz bir şekilde içinden okur.
Cenâze namazından sonra cemaat ölü kardeşlerinin ruhu için Fâtiha okur, Peygambere (a.s) ve Ehl-i Beyt’ine salavât getirirler. Cenâzeye karşı son görevlerini yapmaya çalışırlar.
Cenâzeyi defnetme hükümleri;
Cenâzeyi, toprağa kokusu dışarı çıkmayacak ve yırtıcı hayvanların cesedi çıkaramayacakları şekilde defnetmek farzdır.
Cenâze kabirde bedenin ön tarafı kıbleye gelecek şekilde sağ tarafı üzerine yatırılmalıdır.
Müslüman’ın kâfir mezarlığına, kâfirin de Müslüman mezarlığına defnedilmesi câiz değildir.
Cenâzeyi defnetmekle ilgili onlarca sünnet ve müstehab ameller vardır ki bunlardan bazıları;
Cenâzeye zahmet vermeden usulca kabre indirilmesi,
Başının altına topraktan yastık yapılması,
Cenâzenin erkenden çürümemesi ve ezilmemesi için cenâzeyi üstten toprakla temas ettirmeyip tuğla ve benzeri şeylerle toprak temasının engellenmesi,
Cenâze kabre konulduktan sonra cenâzenin kulağına eğilinerek veya mezar örtüldükten sonra dışarıdan cenâzeye telkîn verilmesi,
Mezarın toprak seviyesinden dört parmak kadar yüksek yapılması,
Yanlışlık olmaması ve ziyârete gelen kimselerin yerini bulmada güçlük çekmemeleri için kabrin üzerine tanınmasını sağlayacak bir işaretin konulması,
Cenâze gömülme işlemleri sırasında orada hazır bulunanların içlerinden duâ ve istiğfarda bulunmaları, Kur’ân’dan uygun düşen bazı sûre ve duâları okumaları,
Kabir üzerine su serpilmesi vs. gibi amellerdir.
Ana rahminden geldik pazara,
Bir kefen aldık döndük mezara.
CENÂZE İLE İLGİLİ EHL-İ BEYT’TEN BAZI RİVÂYETLER
İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdular; “Kim bir mümini yıkar ve ona olan emânetini edâ ederse Allâh o kimseyi (yıkayanı) bağışlar.” Soruldu ki: “Ona olan emânetini nasıl edâ eder?” İmâm (a.s) buyurdular; “Ölüyü yıkarken onda ortaya çıkan ve hoş olmayan bazı haller (azalarında eksiklik, yıkama esnasında çıkabilecek kötü koku, bedeninde ölüm ile ortaya çıkacak çirkinlikler vs.) olursa halktan onu gizlemesidir.”[11]
İmâm Cafer Sâdık’a (a.s) soruldu; “Abdestsiz olarak cenâze namazı kılınır mı?” Buyurdular (a.s); “Evet kılınabilir. Zîrâ, cenâze namazı, tekbîr, tahmîd, tesbîh ve tehlîlden ibarettir. Nasıl ki bunları evinde de abdestsiz olarak yapabiliyorsan, cenâze namazını da kılarsın.”[12]
İmâm Cafer Sâdık’a (a.s) soruldu; “Hayızlıolan bir kadın cenâze namazı kılabilir mi?” İmâm (a.s) buyurdular; “Evet kılabilir. Ancak, cenâze namazını kılan cemaatin içerisine katılmaz, tek olarak bir kenarda namazını kılar.”[13]
Resûlullâh (s.a.v.) buyurdular; “Kim bir kardeşini taziye ederse (baş sağlığı, geçmiş olsun ziyâreti) kardeşinin mükâfâtından hiç bir eksiklik olmadan ona da aynı mükâfât verilir.”[14]
İmâm Muhammed Bâkır (a.s) buyurdular; “Sizin canınıza, malınıza, çocuğunuza bir belâ ve musîbet uğrarsa, Resûlullâh’ı (a.s) hatırlayınız. Çünkü o yaratılmışlar içerisinde en çok musîbete uğrayandır. (Buna rağmen sabrederek ecrini almıştır. Öyleyse siz de O’nun (a.s) gibi sabrediniz ki ecre nâil olasınız.)[15]
CENÂZEYE TELKÎN
Telkîn; kelime olarak anlatmak, öğretmek, belletmek manalarına gelir. Yerleşik anlamda ise; ölmüş olan bir kimseye bazı hakikatlerin yeniden hatırlatılması ve bir takım gerçeklerin ölü yanında tekrarlanması olayından ibârettir.
Şurası inkâr edilemez bir hakîkattir ki, nasıl yaşanırsa öyle ölünür, nasıl ölünür ise öyle de karşılık görülür.
Öyle ise; Îmân ve İslâm prensiplerine uygun bir hayat sürmüş olan bir kimse Allâh’ın inâyeti ile dünyâ âleminde iken gerçek telkîni almış ve Yüce Rabbisine hoşnut olarak kavuşmuştur. Bu kimse, Kur’ân’ın apaçık işâretleriyle cennet ile muştulanmış ve kurtuluşa ermiştir. O Allâh öyle bir Allâh’tır ki kullarına zerre miktarı zulmetmez, kendi istediği doğrultuda tertemiz bir hayat sürmüş kulunu o alemde rezil-rüsvay etmez ve en güzel bağış ve râzılıkla karşılar. Evet, ne mutlu o kimseye ki, telkînini diri iken almış, kulaklarını hak çağrıya tıkamamış ve sâlihlerden olmuştur.
Dünyâda iken kulaklarını hak kelâmına tıkamış, gözlerini hakka karşı yummuş, kalbini nûra kapayıp karanlıklara açmış, gönül Kabesini Allâh’a tahsîs etmeyip orada şeytânı ağırlamış, bir ömrü hebâ etmiş kimselere gelince...!
Hayatta iken kendilerine verilen telkîne vurdum duymaz olurlar, kendilerini sağırlığa verirler, Hakka gönül vermezler de, acaba şanı yüce Rabbimiz, onlara öldükleri zaman, yani tevbe kapısının kapandığı, ömür güneşlerinin batıdan doğduğu ve bir daha doğmamacasına battığı demde bizlerin yaptığı telkîni! duyurur mu? Duyursa da kabul etmeye, kavramaya tâkât ve kudreti verir mi onlara?
Hâşâ, binlerce hâşâ!
Rabbimiz vaadinden caymayandır. Müminlere hak ettiklerini, îmânsızlara da lâyık olduklarını verecek olandır.
Öyleyse; günümüze kadar uygulana gelmiş ve nerede ise farz gibi telakki edilerek yapılmakta olan telkîn de neyin nesidir?
Rivâyetlere bir göz gezdirdiğimizde şu gerçekle karşılaşmaktayız. Hem Resûlullâh (a.s) zamanında ve hem de diğer Masum zâtların (a.s) yaşadığı dönemlerde, telkîn; genellikle ölmek üzere olan bir kimseye, son nefesinde kurtuluşuna vesîle olacak Kelime-i Şehâdeti ve benzeri hak sözleri kabûle yönelik hatırlatma, bu söz ile çene kapama, îmânda sâbit kalma ve Rabbine mutmain bir kalb ile kavuşması amacıyla yapılır. Ve o anda kişinin henüz hâfızası yerinde olduğundan tevbe etme ve îmâna gelme imkânı mevcuttur. Hal böyle olunca, o durumda yapılan telkînin sayısız faydalarının olacağı akl-ı selim sâhiplerine gizli değildir.[16]
Bir kısım rivâyetlerde ve ilim-irfan ehli âlimlerin eserlerinde de ölünün kabre konulduktan sonra verilecek telkîn ile ilgili bilgiler mevcuttur.[17] Bunları elbette kaldırıp atacak ve tümden reddecek değiliz. Şurası muhakkak ki ölüm; Peygamberler (a.s) ve diğer Masumlar (a.s) hâriç, henüz hiç birimizin tamâmıyla künhüne varamadığımız bir olaydır. O âleme giriş, bu âlemden ayrılış, kabir hayatı, sorgu-suâl meleklerinin mâhiyeti ve ölü ile ilgileri nasıldır, hangi boyuttadır, bizce oldukça meçhûl ve gizlilikler âlemi, sırlar âlemidir... Konuyu ancak nakiller ışığında biraz olsun kavramaya çalışıyoruz ve diyoruz ki;
Ölüye verilen telkîn; küfür ve şirk üzere olmayıp, dağlar kadar günâhı da olsa îmân üzere âhiret âlemine intikâl etmiş olan kimseye, Allâh’ın ona vermiş olduğu izin ile işitme ve bellemesi nisbetinde son kez bir hatırlatmadır. Yeni doğan ve henüz kavrayış ve şuuru olmadığı halde bir bebeğin sağ kulağına ezân, sol kulağına da kâmet okunulmasına benzer bir ameldir. Mezarın başında olan kimselere de en hassas bir noktada ve anda:“Ey İnsanlar! Siz ölümün bir yok oluş, bir son olduğunu mu zannediyorsunuz? Ölüm bir doğuştur, ruhun ebedî bir âleme göçüdür. Ölü dediğimiz varlıklar hakîkatte bizi duymakta, dediklerimizi algılamakta, yalnız biz onları duymamaktayız. Şunu sizde iyice biliniz ki, sizlerde bir gün bu hale gelecek aynı telkîni alacaksınız. Öyle ise bu âlemde iken de verilen telkîni iyice belleyin, hal ve hareketlerinizi buna göre ayarlayınız.” (Ben kızıma diyorum, gelinim sen de işit.) mesajını ulaştırmak, onları da îkâz etmektir.
Ölüye de verilen telkîn ile ilgili kimi rivâyetlere ve değerli İslâm âlimlerinin bu amele onay vermelerine, müstehâb (iyi bir amel) olduğunu beyân etmelerine binâen biz de bu konuda verilmesi gereken telkîne âit sözleri naklediyor ve şunu da özellikle vurguluyoruz:
En makbûl telkîn; kişinin, henüz aklı başında, sağlıklı, sıhhatli, hal-i vakti yerinde iken şuurluca Hakkı onaylamasıdır.
En makbûl telkîn; insanlara, yaşarlarken Hakkın onaylattırılması ve öğretilmesidir.
En makbûl telkîn; ölüm anında da îmân ve İslâm öğretilerinin son bir kez yine hatırlatılması ve kalb-ruh huzurunun sağlanması, îmânın sâbit kalması için yapılan telkîndir. Yani; teblîğdir, teblîğin tekrârıdır, îmânın ikrârıdır.
Gerek ölmek üzere olsun, gerekse mezara konulmuş olan kimseye yapılan bir telkîn şöyledir:
Ey .............oğlu/kızı..............[18] kulak ver ve iyi dinle, anla!
Sana Allâh’ın iki görevli meleği gelerek; Rabbinin kim , Peygamberinin kim, Kıblenin neresi, Dîninin hangi din, Kitâbının hangi kitap, İmâmının kim olduğunu soracak.
Onlara de ki;
Rabbim; Allâh,
Peygamberim (Nebim); Muhammed (a.s),
Kıblem; Kabe,
Dînim; İslâm,
Kitâbım; Kur’ân-ı Kerîm,
İmâmım; Oniki İmâm (a.s) ki, onların ilki; İmâm Ali, sonra sırasıyla; İmâm Hasan, İmâm Hüseyin, İmâm Zeynelâbidîn, İmâm Muhammed Bâkır, İmâm Cafer Sâdık, İmâm Mûsâ Kâzım, İmâm Ali Rızâ, İmâm Muhammed Takî, İmâm Ali Nakî, İmâm Hasan Askerî,sonuncusu ve zamanımın da İmâmı, İmâm Muhammed Mehdî’dir.
Anladın mı ey ...........?
Allâh seni bu sözler üzere sâbit kılsın ve seni rızâsı ile mükâfatlandırsın... vs. gibi duâlar edilerek cenâze ameli ile baş başa bırakılır ve mezarlıktan ayrılınır.
Kim olursa olsun İslâm’a göre ölünün peşinden saçını başını yolarcasına, kendini kaybedercesine ağlamak, dövünmek uygun bir davranış değildir. En güzel hareket, sabırlı olmak, rahmet ve bağışlanma dilemek, Müslüman ölüye duâlar etmek, ölünün ruhu için Fâtiha, Yâsin, Âyetel Kürsî ve benzeri sûre ve âyetler okumak, Allâh’tan gelip Allâh’a gideceğimizin idrâki içerisinde olmaktır.
Cenâzenin kabre konulduğu ilk gece, ölünün rûhu için “Vahşet namazı” (Yalnızlık namazı) adı verilen iki rekatlık bir namaz kılmak müstehâb (iyi) görülmüştür. Bu namazın birinci rekatında Fâtiha’dan sonra bir defa Âyetel Kürsî ve ikinci rekatta da Fâtiha’dan sonra on defa Kadir sûresi okunur. Rükû ve secdeleri diğer namazlar gibi yerine getirilir ve selâmdan sonra da kılınan namazın sevâbı ölüye bağışlanır.
İşte geldim işte gittim.
Yağ çiçeği gibi bittim.
Şu dünyâda ne iş ettim.
Ömürcüğüm geçti gitti.
Çağırdılar imâm geldi.
Her biri bir işe geldi.
Azrâil pençesin saldı.
Can kafesten uçtu gitti.
İşte geldi yuyucular.
Tenime su koyucular.
Kefenim elinde hoca,
Kefenciğim biçti gitti.
Ayırdılar ilimizden.
İp attılar belimizden.
Pek tuttular kolumuzdan.
Can cesette uçtu gitti.
İlettiler mezarıma,
Sığındım Ğanî, Kerîm’e
Toprak attılar serime.
Gözüm yaşım taştı gitti.
İmâm telkine başladı.
Bir sevapcık iş işledi.
Komşular bizi boşladı.
Geri dönüp kaçtı gitti.
Kabrime bir melek geldi.
Bana bir sualcik sordu.
Hışmedip bir topuz vurdu.
Tebdilciğim şaştı gitti.
Teslim Abdal oldu ferman.
İşte geldi âhir zaman.
Yardımcımız Oniki İmâm.
Ten turâba karıştı gitti.[19]
Mezarı açmak ile ilgili bazı hükümler;
Müslüman bir kimsenin kabrini -deli veya çocuk bile olsa- henüz bedeni tamamıyla çürüyüp toprak olmamışsa sebepsiz yere açmak harâmdır. Ancak aşağıdaki belirtilen özel durumlarda mezarı açmakta bir sakınca yoktur. Öyle olur ki duruma göre mezarın açılması mutlak sûrette gerekli de olabilir.
1.Cenâze gasb edilmiş bir yerde gömülmüş ise ve yerin sahibi de cenâzenin orda kalmasına râzı olmazsa,
2.Kefen yada ölü ile gömülmüş başka bir şey gasbedilmiş olur ve onun kabirde kalmasına sahibi râzı olmazsa,
3.Ölünün gusülsüz veya kefensiz defnedilmiş olduğu veya guslünün bâtıl-geçersiz olduğu yada şerîat kurallarına göre defnedilmediği yahut ölünün yüzünün Kıbleye taraf konulmadığıbilinir, anlaşılırsa,
4.Bir hakkın isbatlanması için ölünün bedeninin görülmesi istenirse,
5.Müslüman ölü kâfir mezarlığına veya çöplük gibi ölüye saygısızlık olacak bir mekâna gömülmüş ise,
6.Karnında canlı bebek olduğu halde hâmile kadın defnedilmiş ve çocuğun alınması gerekiyorsa,
7.Ölünün bedeninin, gömüldüğü yerden, yırtıcı hayvan tarafından parçalanacağından, selin vs. götüreceğinden,düşmanınçıkaracağından korkulur, endişe edilirse.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder